Sonuç

Bu mânâları bildikten sonra, sadakanın gizli veya açık verilmesi hususunda naklolunan ihtilâf, meselenin aslında olan bir ihtilâf değildir, sadece insanların halindeki bir ihtilaftır. Bu konunun üzerindeki perde şu şekilde kaldırılabilir.

Biz kesin olarak sadakayı gizli vermenin her halukârda daha efdâl ve üstün olduğunu söyleyemeyiz veya sadakayı açıkça vermenin de her zaman için daha üstün olduğu iddiasında bulunamayız. Bu durumlar, niyetlerin değişmesiyle değişmektedir. Niyetler de haller ve şahıslara göre farklılık arzeder.

Bu bakımdan ihlâslı bir kimse, daima nefsini kontrolu altında bulundurmalıdır ki gururun ipiyle nefsini tehlike kuyusuna sarkıtmasın. Tabiatın teşviki ve şeytanın hilesiyle aldanmasın. Sadakayı gizli vermenin mânâlarında hile ve aldanma daha fazla olmakla beraber her ikisinin de müdahalesi vardır. Fakat gizlilikteki hile müdahalesi, tabiatın meylinden doğar. Çünkü açıkça sadakayı almak; derecesinin alçalmasına, insanların gözünden düşmesine, halkın sadakayı alana istihfaf, verene de verici ve ihsan edici gözüyle bakmasına da vesile olur. İşte en gizli ve tehlikeli hastalık budur. Bu hastalık nefiste gizlidir. Şeytan bu hastalık vasıtasıyle daha önce gizli verilen sadaka hakkında söylediğimiz beş mânâyı ileri sürerek, daima insanı sadakayı gizli kabul etmeye zorlamaktadır.

Bunun ölçüsü ve miyârı tek bir şeydir. Şöyle ki: Sadakayı almasının belli olmasından, tıpkı emsâllerinden herhangi birisinin aldığı sadakanın belli olmasından müteessir olduğu gibi müteessir olmasıdır. Eğer kişi, halkı gıybet yapmak, hâsed etmek ve su-i zanda bulunmaktan veya başkasının namus perdesini yırtmaktan korumak istiyorsa veya sadakayı verene gizli versin diye yardım da bulunuyorsa veya sadakayı ilmin kıymetini düşürmesin diye açıkça almaktan çekiniyorsa, bütün bu mânâlar din kardeşinin sadaka aldığının belli olması ile de meydana gelebilir ve gelmelidir. Böyle bir durumda sadakayı gizli almak için ileri sürdüğü illet ve sebepler hususunda doğru söylemiş olur. Eğer kendisinin aldığı sadaka açığa vurulduğu takdirde, başka müslümanın aldığı sadakanın açığa vurulması gibi değil de, daha ağır geliyorsa nefsine, o
vakit sadakayı gizli almak için ileri sürülen sebeplerden kaçınmalı ve korunmalıdır. Çünkü o sebepler, birer yanlışlık ve şeytanın bâtıl hilelerinden ibaret kalır. Esasında o mânâların hiçbiri yoktur. Var olan nefsin desisesi ve şeytanın hilesidir. Çünkü ilim, ilim olduğu için zelil edilirse mahzurludur. Fakat Zeyd'in veya Amr'ın ilmi olmak sebebiyle zilleti, herhangi bir mahzur teşkil etmez. Gıybet, korunması gereken haysiyete tecâvüz olduğu hasebiyle mahzurludur. Fakat özel olarak Zeyd'in haysiyetine saldırmak bakımından mahzurlu değil... Kim ki böyle bir düşünceyi güzelce ayarlayıp hareket ederse, şeytan, o insanı kandırmaktan çoğu zaman âciz kalır. Eğer bu düşünce güzelce ayarlanmazsa, çok amelin az fayda vermesinden kurtuluş gayet güçleşir.

Sadakayı açıkça kabul etmek cihetine gelince, verenin kalbini hoş tutmak için insanın tabiatı bu yana meyleder. Böylece de sadaka vereni başka zamanlarda da sadaka vermeye teşvik eder.

Bir de sadaka alan, sadaka verenden başka kimselere de kendisinin iyilik yapana çok teşekkür eden kimselerden olduğunu göstermeye gayret eder ki başkaları da kendisine ikramda bulunsun ve kendi-sini taltif etmek için, arayıp bulsun! Bu hareket de, insanın içinde gizli bulunan bir hastalıktır. Şeytan, dindar bir insana ancak Sünnet-i seniyye şeklinde göstermek suretiyle bu kötü hasletleri tervic ederek galip gelir. Ona der ki: 'Alan kimsenin, verene teşekkür etmesi Sünnet-i seniyye'dir. Alman sadakayı gizlemek ise, riyâdır'. Aynı zamanda sadakayı açıkça almak hususunda ileri sürdüğümüz gerekçeleri de teker teker zikreder.

Bütün bunlardan gayesi; insanı açıkça sadaka kabul etmeye mecbur edip, o söylediğimiz gizli mânâları meydana çıkarmaktır.
Sadakayı açık almanın bu felâketi gerektirip, gerektirmeyeceği suâlinin mizânı ve ölçüsü şudur: Kişi nefsine bakacaktır.

Acaba sadaka veren, sözün gidip ulaşamıyacağı bir yerde veya kendisinden herhangi bir sadaka beklemediği bir kimsenin yanında, yahut da sadakayı açık vermeyi kerih görüp, daima sadaka verene teşekkür etmeyen bir kimseye sadaka vermek itiyadında olan bir cemaatin huzurunda kendisine sadaka verene teşekkür etmeye meyleder mi etmez mi? Eğer bu söylediklerimiz nefsinde belirirse, muhakkak bilmelidir ki, nefsin bu şartlar karşısında kendisine sadaka verene teşekkür etmesi, sünnet-i seniyye'yi tatbik etmekten ileri gelmekte ve Allah'ın nimetini söylemek ve itirâf etmekten neş'et etmektedir. Eğer bu şartlar yoksa, açıktan aldığı sadakadan dolayı verene teşekkür etmek, mağrur bir kimsenin ve aldanmış bir insanın kârıdır.

Kişi bakar ki sadaka verene karşı yaptığı teşekkür, nefsin herhangi bir desisesi değil de Sünnet-i seniyye'yi tatbik etmekten ileri geliyorsa, o zaman sadaka verenin hakkını yerine getirmekten gaflet etmez. Bakar eğer sadaka veren teşekkür etmeyi seviyor ve sadaka verdiğinin duyulmasını istiyorsa, o zaman alan kişiye düşen vazife; sadakayı gizleyip açıkça kendisine teşekkür etmemektir. Çünkü onun hakkının yerine getirilmesi, zulümde ona yardım etmemek demektir. Sadakasından dolayı başkasının teşekkürünü beklemek ise, zulmün tâ kendisidir. Ne zaman onun teşekkürü sevmediğini ve sadaka vermesinden dolayı böyle birşey istemediğini bilirse, o zaman ona teşekkür etmeli ve verdiği sadakayı açığa vurmalıdır.

İşte bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) huzur-u saadetinde övülen bir kişinin hakkında şöyle buyurmuştur:
Siz, onun boynunu vurdunuz. Eğer sizin bu meth-u senânızı işitirse, hiçbir zaman felâh bulamaz.61

Bununla beraber bilinmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a), birçok kimsenin yüzlerine karşı kendilerini övmüştür. Çünkü onların yakînine güvenir ve bilirdi ki, bu övgü kendilerine zarar vermez, aksine hayra rağbetlerini artırır.

Nitekim ashâbından birine şöyle buyurmuştur:
O, ehl-i veberin (çölde çadırlarda yaşayanların) efendisidir!62

Bir başkası hakkında da şöyle demiştir:
Ne zaman size bir kavmin büyüğü gelirse, kendisine ik-ramda bulunun.63

Bir defasında ashâbdan birini dinlemiş ve konuşmasının hoşuna gitmesi üzerine şöyle buyurmuştur:
Muhakkak konuşmanın bir kısmı sihirdir (dinleyicinin kalbini etkiler).64

Sizden herhangi biriniz müslüman kardeşinizin iyi bir hareketini duyduğu zaman kendisine söylesin. Çünkü böyle hareket etmesi, müslüman kardeşini daha fazla hayra teşvik edici olur.65

İmanlı bir kimse, methedildiği zaman kalbindeki iman gelişir.66

Süfyan es-Sevrî şöyle der: 'Kendini bilen bilen bir kişiye, insan-ların meth-u senâsı zarar vermez'.

Yine Süfyân es-Sevrî, Yûsuf b. Esbat'a şöyle demiştir: 'Sana bir iyilik yaptığım zaman, senden fazla bu yaptığım iyilikle sevinirim. Çünkü o iyiliği Allah'ın bana bir nimeti olarak görmekteyim. Bu bakımdan sen iyiliğe karşı teşekkür et, böyle yapmadığın takdirde sana da teşekkür edilmez'.

Bu mânâların inceliklerini kalbine hâkim olan bir kimsenin düşünmesi gereklidir. Zira bu incelikleri ihmal etmekle beraber
âzaları çalıştırmak, şeytana maskara olmaktan başka bir mânâ ifade etmez. Çok yorgunluk ve az fayda temin ettiği için, şeytanı sevindirmekten başka bir netice vermez.

Böyle bir ilim hakkında 'Bir meseleyi öğrenmek, bir sene ibadetten daha efdâldır' denilmiştir. Çünkü bu ilimle hayatın ibâdeti dirilir, cehâlet ise, bütün hayat ibadetini öldürüp, dumura uğratır.

Kısaca halk içinde sadakayı almak, tenha yerlerde ise, bunu reddetmek, yolların en tehlikesizi ve en sağlam olanıdır. Bu bakımdan kişinin nezdinde gizli ile açık eşit bir vaziyete gelecek derecede marifeti kemâle ermemişse, kıyl u kal ile kendisini aldatmamalıdır. Böyle bir durum ise, kırmızı kibrit gibi, dil ile ifade edilir, fakat görülmez bir durumdur.
Kerim olan Allah'tan yardımını ve tevfîkini dileriz.

61) Buhârî ve Müslim, (Ebu Bekre'den)
62) Anberî, Taberânî ve İbn Hibban (Kays b. Asım'dan)
63) İbn Mâce, (İbn Ömer'den); Ebu Davud, (Şa'bî'den mürsel olarak, sahih birsenedle)
64) Buhârî, (İbn Ömer'den)
65) Dârekutnî, el-İlel, (İbn Müseyyeb'den, o da Ebu Hüreyre'den)
66) Taberânî, (Usâme b. Zeyd'den zayıf bir senedle)