Kelâm'ın Aslını Anlamak
Kelâm'm azametini ve yüceliğini Allah Teâlâ'nın celâl arşından mahlukâtının anlayış derecesine inmek suretiyle yapmış olduğu lütuf ve fazileti bilmek gerekir. Kur'ân okuyan; Allah Teâlâ'nın zâtî ile kaim bulunan ve kadîm bir sıfatı olan kelâmının mânâlarını lûtfuyla insanların anlayışına ne şekilde müsait kıldığına dikkatle bakmalıdır ve yine dikkat etmelidir ki, Allah Teâlâ'nın o kadîm sıfatı, harflerin kıvrımlarında ve seslerin arasında nasıl tecelli etmiştir? Oysa harflerle sesler, beşer sıfatlarıdır. Çünkü beşer kendi sıfatlarının vasıtasıyla olmazsa, Allah Teâlâ'nm sıfatlarını arılamaktan aciz kalırdı. Aynı za-manda eğer Allah Teâlâ kelâmının yüceliğinin hakîkatini harf-lerle örtmeseydi, onu dinlemek ne arşın ne de fersin kârı olurdu.
Onun saltanatının azametinden ve nurunun kıvılcımlarından arş ile fersin arasında her ne varsa bilcümlesi yanıp kül olacaktı. Eğer Allah Teâlâ (ce) Musa (a.s)ya sebatkârlık ihsan etmeseydi Hak Teâlâ'nın tecellisinin başlangıçlarına güç yetiremeyen dağ gibi, Musa (a.s) da onun kelâmını dinlemeye güç yetiremeyecekti Dağın paramparça oluşu gibi, o da yok olup gidecekti. Allah Teâlâ'nın kelâm-ı kibriyâsının yüceliğini anlatmak ancak bâzı misaller vermek suretiyle mümkün olabilir.
Çünkü halk ancak bu şekilde an-lar. İşte bunun için ariflerden bazıları kelâm-ı kibriyânın azametini şöyle dile getirmişlerdir: Levh-i Mahfuzda, bulunan kelâmullah'n her harfi, Kaf dağından daha büyüktür. Bütün melekler bir araya gelseler, tek bir harfini kaldırmaya tâkat getiremezler. Tâ ki, levhin âmiri bulunan İsrâfil (a.s) gelir, o harfi, kaldırır ve Allah'ın izni ve rahmetiyle yerinden kıpırdatır. Bu da İsrafil'in kuvvet ve takatiyle değil Allah Teâlâ'nın lûtfuyladır.
Hükemâdan biri, Allah kelâmının derecesinin yüceliğine ve insan anlayışının kusurluluğuna rağmen nasıl insan anlayışına varıp da orada sebat kıldığının hakikatini ince ve lâtif bir tâbir ile ifade edip bütün hakikatini belirten bir misâl vererek şöyle dedi: Bir hakîm, padişahlardan birisini peygamberlerin şeriatına davet etti. Padişah, o hakimden birkaç sual sordu. Hakîm, padişahın ta'katının yeteceği ve anlayacağı bir tarzda o sualleri cevaplandırdı. Bunun üzerine pâdişah, hakîme dedi ki: 'Bana söyle bakalım, peygamberlerin getirdiğinin, insan kelâmı olmayıp, Allah'ın kelâmı olduğunu iddia ediyorsun, bu takdirde insanoğlu Allah kelâmını kaldırmaya ve anlamaya nasıl güç yetirebilir?'
Hakîm de şöyle cevap verdi:
Biz insanları görüyoruz ki, bazı hayvanlara ve kuşlara maksadlarını anlatmak istedikleri zaman, yani o hayvanların ileri ve geri gitmesini, dönüp bakmasını veya ilerlemesini kasdettikleri zaman, bakıyorlar ki, hayvanlar, insanların akıl nurlarından çıkan insan kelâmının anlamını ayırdetmekten acizdirler.
Oysa o kelâm gayet güzel, gayet süslü ve intizamlıdır. Bu durumu gören insanlar, hayvanların kalbine, hayvanlara uygun bir tarzda ıslık gibi sesler ihdâs ederek ve onların seslerine yakın bulunan ıslığı çalarak gayelerini onlara anlatırlar ki hayvanlar, insanın kendi seviyesine inip seslenmesi sayesinde insanın gayesini anlasın ve iradesini, cüz'i de olsa tatbik etsin.
İşte insanlar da böylece Allah Teâla'nın kelâm-ı ilâhîsinin hakikatini ve sıfatlarının kemâlini olduğu gibi anlatıldığı takdirde anlamaktan acizdirler. Bu bakımdan aralarında hikmetin bilinmesi için, kullandıkları seslere tıpkı insanın maksadını hayvana anlatmak için kullandığı ıslık sesi gibi oldular.
Bu durum, o sıfatlarda gizli bulunan hikmetin mânâlarına mâni değildir. Beşer sesleri, altında gizli olan hikmetlerin şerefi için şereflendi ve o mânâların büyüklüğüyle büyüdü. Bu bakımdan insanın sesi, hikmetin cesedi ve dışı mesabesindedir. Hikmet de, insan sesinin nefsi ve ruhtan ötürü aziz ve şerefli olduğu gibi, kelâmın telâffuz ve sesleri de altındaki hikmetten ötürü o derecede şerefli olur. Kelâmın mertebesi çok yüce ve derecesi büyüktür. Saltanatı herşeyi kahredici, hükmünün gerek hakta, gerekse bâtılda geçerli ve belirleyici olduğu muhakkaktır. Adaletle hükmeden O, emreden ve yasaklayan, hükmüne muhakkak rıza gösterilen ve herşeyi görüp ona göre hükmeden O! Bâtıl, hikmetli kelâmın yanında dimdik durmaya güç yetiremez. Gölgenin güneşin ışınları önünde durmaya güç yetirmediği gibi...
Beşerin hikmetin derinliklerine nüfuz etmeye takati yoktur. Nitekim gözleriyle güneşe nüfuz edip bakmaya güçleri olmadığı gibi...
Fakat buna rağmen gözlerinin görmesine vesile olan güneş ışınlarından da mahrum değillerdir. Ancak o ışınlarla ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar. Bu bakımdan Allah'ın kelâmı yüzü perdeli ve emri yerine getirilen bir pâdişah gibidir. Galib ve görünen güneş gibi, esas maddesi gözle görünmez. Pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibidir. Onların seyrine vâkıf olmayan bir kimse de onlarla yolunu tâyin eder. Bu bakımdan nefis cevherlerin hazinelerinin anahtarı o kelâmdır. O kelâm, aynı zamanda öyle bir hayat suyudur ki, ondan içen ölmez. Öyle bir hastalık devâsıdır ki, ondan bir defa alan artık hiçbir zaman hastalanmaz...
Hakimin, Allah kelâmının mânâsını anlatmak için zikrettiği misâl, o hakikatten bir nebzedir. Bundan daha fazlasının Muamele İlmi bölümünde zikredilmesi uygun değildir. Bu bakımdan bununla yetinmek gerekir.
Onun saltanatının azametinden ve nurunun kıvılcımlarından arş ile fersin arasında her ne varsa bilcümlesi yanıp kül olacaktı. Eğer Allah Teâlâ (ce) Musa (a.s)ya sebatkârlık ihsan etmeseydi Hak Teâlâ'nın tecellisinin başlangıçlarına güç yetiremeyen dağ gibi, Musa (a.s) da onun kelâmını dinlemeye güç yetiremeyecekti Dağın paramparça oluşu gibi, o da yok olup gidecekti. Allah Teâlâ'nın kelâm-ı kibriyâsının yüceliğini anlatmak ancak bâzı misaller vermek suretiyle mümkün olabilir.
Çünkü halk ancak bu şekilde an-lar. İşte bunun için ariflerden bazıları kelâm-ı kibriyânın azametini şöyle dile getirmişlerdir: Levh-i Mahfuzda, bulunan kelâmullah'n her harfi, Kaf dağından daha büyüktür. Bütün melekler bir araya gelseler, tek bir harfini kaldırmaya tâkat getiremezler. Tâ ki, levhin âmiri bulunan İsrâfil (a.s) gelir, o harfi, kaldırır ve Allah'ın izni ve rahmetiyle yerinden kıpırdatır. Bu da İsrafil'in kuvvet ve takatiyle değil Allah Teâlâ'nın lûtfuyladır.
Hükemâdan biri, Allah kelâmının derecesinin yüceliğine ve insan anlayışının kusurluluğuna rağmen nasıl insan anlayışına varıp da orada sebat kıldığının hakikatini ince ve lâtif bir tâbir ile ifade edip bütün hakikatini belirten bir misâl vererek şöyle dedi: Bir hakîm, padişahlardan birisini peygamberlerin şeriatına davet etti. Padişah, o hakimden birkaç sual sordu. Hakîm, padişahın ta'katının yeteceği ve anlayacağı bir tarzda o sualleri cevaplandırdı. Bunun üzerine pâdişah, hakîme dedi ki: 'Bana söyle bakalım, peygamberlerin getirdiğinin, insan kelâmı olmayıp, Allah'ın kelâmı olduğunu iddia ediyorsun, bu takdirde insanoğlu Allah kelâmını kaldırmaya ve anlamaya nasıl güç yetirebilir?'
Hakîm de şöyle cevap verdi:
Biz insanları görüyoruz ki, bazı hayvanlara ve kuşlara maksadlarını anlatmak istedikleri zaman, yani o hayvanların ileri ve geri gitmesini, dönüp bakmasını veya ilerlemesini kasdettikleri zaman, bakıyorlar ki, hayvanlar, insanların akıl nurlarından çıkan insan kelâmının anlamını ayırdetmekten acizdirler.
Oysa o kelâm gayet güzel, gayet süslü ve intizamlıdır. Bu durumu gören insanlar, hayvanların kalbine, hayvanlara uygun bir tarzda ıslık gibi sesler ihdâs ederek ve onların seslerine yakın bulunan ıslığı çalarak gayelerini onlara anlatırlar ki hayvanlar, insanın kendi seviyesine inip seslenmesi sayesinde insanın gayesini anlasın ve iradesini, cüz'i de olsa tatbik etsin.
İşte insanlar da böylece Allah Teâla'nın kelâm-ı ilâhîsinin hakikatini ve sıfatlarının kemâlini olduğu gibi anlatıldığı takdirde anlamaktan acizdirler. Bu bakımdan aralarında hikmetin bilinmesi için, kullandıkları seslere tıpkı insanın maksadını hayvana anlatmak için kullandığı ıslık sesi gibi oldular.
Bu durum, o sıfatlarda gizli bulunan hikmetin mânâlarına mâni değildir. Beşer sesleri, altında gizli olan hikmetlerin şerefi için şereflendi ve o mânâların büyüklüğüyle büyüdü. Bu bakımdan insanın sesi, hikmetin cesedi ve dışı mesabesindedir. Hikmet de, insan sesinin nefsi ve ruhtan ötürü aziz ve şerefli olduğu gibi, kelâmın telâffuz ve sesleri de altındaki hikmetten ötürü o derecede şerefli olur. Kelâmın mertebesi çok yüce ve derecesi büyüktür. Saltanatı herşeyi kahredici, hükmünün gerek hakta, gerekse bâtılda geçerli ve belirleyici olduğu muhakkaktır. Adaletle hükmeden O, emreden ve yasaklayan, hükmüne muhakkak rıza gösterilen ve herşeyi görüp ona göre hükmeden O! Bâtıl, hikmetli kelâmın yanında dimdik durmaya güç yetiremez. Gölgenin güneşin ışınları önünde durmaya güç yetirmediği gibi...
Beşerin hikmetin derinliklerine nüfuz etmeye takati yoktur. Nitekim gözleriyle güneşe nüfuz edip bakmaya güçleri olmadığı gibi...
Fakat buna rağmen gözlerinin görmesine vesile olan güneş ışınlarından da mahrum değillerdir. Ancak o ışınlarla ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar. Bu bakımdan Allah'ın kelâmı yüzü perdeli ve emri yerine getirilen bir pâdişah gibidir. Galib ve görünen güneş gibi, esas maddesi gözle görünmez. Pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibidir. Onların seyrine vâkıf olmayan bir kimse de onlarla yolunu tâyin eder. Bu bakımdan nefis cevherlerin hazinelerinin anahtarı o kelâmdır. O kelâm, aynı zamanda öyle bir hayat suyudur ki, ondan içen ölmez. Öyle bir hastalık devâsıdır ki, ondan bir defa alan artık hiçbir zaman hastalanmaz...
Hakimin, Allah kelâmının mânâsını anlatmak için zikrettiği misâl, o hakikatten bir nebzedir. Bundan daha fazlasının Muamele İlmi bölümünde zikredilmesi uygun değildir. Bu bakımdan bununla yetinmek gerekir.
Kur'ân Okunurken Riayet Edilmesi Gereken Bâtınî ameller
- Kalp Huzuruyla Okumak
- Kelâm'ın Aslını Anlamak
- Kur'an'ı Anlamak ve Nakle Başvurmadan Sadece Rey
- Müfessirîn Bilmesi Gereken Hususlar
- Rey ile Kur'an'ı Tefsir Etmeyi Yasaklayan Hadîs
- Tahsis (Kendine Hitap Edildiğini Bilmek)
- Tâzim
- Teberrî
- Tecerrüd (Anlamayı Engelleyen Herşeyden Uzaklaşmak)
- Tedebbür (Düşünmek)
- Teessür (Müteessir Olmak)
- Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
- Terakki