Açlığın Hükmü, Fazileti ve Açlık Konusunda İnsanların Farklı Tutumları

Her işte ve her ahlâkta en yüce hedef normal ve orta yoldur; zira işlerin en hayırlısı ortanca olanlarıdır. Normalin her iki tarafı da (ifrat da, tefrit de) yerilmiştir. Açlığın faziletleri hakkında söylediklerimizden, açlıkta ifrata kaçmak gerektiği anlaşılabilir. Oysa böyle değildir. Fakat insan tabiatının en uzak şeyleri istediği ve aynı zamanda bu istekte bozukluk olduğu herşey için ilâhî nizamın onu menetmek hususunda mübalâğalı bir şekilde inmesi şer'î hikmetin sırlarındandır. Öyle bir tarzda gelmiştir ki, câhil bir kimse bile buradaki amacın, imkân nisbetinde tabiatın isteğinin tam zıddına göre hareket edilmesi gerektiğine işaret edildiğini anlar. Âlim ise, buradaki amacın mûtedil davranmak olduğunu bilir. Çünkü tabiat, aşırı yemek istediği zaman, şeriat da engelleyici olmalı ki böylece karşılıklı mücadele yapılabilsin ve normal durum tahakkuk etsin! Çünkü nefsini tamamen susturacak kimse çok azdır. Biliniyor ki böyle bir kimse zirveye varamaz. Zira eğer israfçının birisi, tabiatın zıddına israf ederse, bunun da kötülüğüne delâlet eden delil, Allah'ın nizamında mevcuttur. Nitekim Allah'ın nizamı gece ibâdetini ve orucu şiddetle övmüştür. Öyle ki Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâmın bir kısmının bütün sene oruç tuttuğunu ve bütün gece kalkıp ibâdet ettiğini öğrendiği zaman böyle yapmayı yasaklamak zorunda kalmıştır.43

Bu hakikati kavradığın zaman bil ki; mûtedil bir tabiata göre, en faziletli davranış, midenin ağırlığını hissetmeyecek ve açlığın elemini duymayacak derecede yemektir. Öyle bir derecede yemelidir ki karnını unutmalıdır. Açlık kendisine asla tesir etmemelidir. Çünkü yemenin hedefi; hayatı devam ettirmek ve ibâdet için kuvvet temin etmektir. Midenin ağırlığı ise, insanı ibâdetten meneder. Açlığın elemi de kalbi meşgul eder ve dolayısıyla ibâdetten meneder. Bu bakımdan öyle bir şekilde yemelidir ki yenilen maddenin kendisinde menfî tesiri kalmamalıdır. Böylece meleklere benzemiş olur. Çünkü melekler hem yemeğin ağırlığından, hem de açlığın eleminden uzaktırlar. İnsanın gayesi ise, meleklere uymak olmalıdır.İnsanoğlunun yemekten ve açlıktan kurtuluşu olmadığı zaman bu iki taraftan da uzak olan mûtedil bir şekilde davranması gerekir.

Âdemoğlunun orta yolu seçmek sûretiyle karşılıklı taraflardan (ifrat ve tefritten) uzaklaşmak istemesi bir ateş çemberi içerisine düşen bir karıncanın haline benzer. Şöyle ki; karınca, kendisini çepeçevre kuşatan ve içinden çıkılması mümkün olmayan ateşin hararetinden kaçar. Çemberin odak noktasına varıncaya kadar da bu kaçışı devam eder. Eğer karınca ölürse, mutlaka bu (orta) noktada ölür; çünkü bu nokta karıncayı çevreleyen ateşin hararetinden en uzak olan yerdir. İşte şehvetler de böyledir; ateşin karıncayı kuşatması gibi insanoğlunu kuşatmıştır. Melekler ise bu çemberin dışında bulunmaktadırlar. İnsan hiçbir zaman bu çemberin dışına çıkamaz. Meleklere benzemek istese bile buna muvaffak olamaz. Bu bakımdan insanoğlunun meleklere en fazla benzediği hali, ifrat ve tefritten uzaklaşma hâlidir. Taraflardan en uzak olan yer ise, orta noktadır. O halde karşılıklı hallerin tamamında orta nokta -ki buna merkez denilir- en uygun olanıdır. Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle bunu ne güzel anlatmıştır:

İşlerin en hayırlısı ortancalarıdır.44 Şu ayette de buna işaret vardır:

Yeyiniz, içiniz; (fakat) israf etmeyiniz. (A'raf/31)

Açlık ve tokluğu hissetmediği zaman insanoğlu için ibâdet ve düşünce kolaylaşır. Nefsi hafîfleşir. Nefsin hafîfleşmesiyle birlikte çalışma azmi de artar. Fakat bu durum ancak tabiatın normale dönmesinden sonra mümkün olur. İşin başlangıcında, yani nefsin huysuz ve şehvet aşığı olduğu, ifrata meylettiği zamanda itidal (normallik) fayda vermez. Bu durumda nefsi şiddetli bir şekilde açlıkla terbiye etmek gerekir. Nitekim eğitilmemiş huysuz bir hay-vanı normale döndürebilmek için aç bırakmak, vurmak ve benzeri hareketlerle mübalâğalı bir şekilde uğraşmak gerekir. Hayvancağız uysallaşır ve normale döndüğünde artık cezalandırılması ve aç bırakılması gerekmez.

İşte bundan dolayıdır ki şeyh, müridine kendi nefsinde tatbik etmediği şeyleri emreder. Şöyle ki; kendisi açlık çekmediği halde müridine aç kalmayı emreder ve yine kendisi meyve yediği ve şehvetlerini helâl yollardan tatmin ettiği halde müridini bunlardan meneder; çünkü kâmil bir şeyh nefsini terbiye etmiştir. Bu yüzden de artık onu cezalandırmasına gerek kalmamıştır. Oburluk, şehvet, huysuzluk ve ibâdetten kaçınma gibi hallerde en uygunu, nefsi aç bırakmaktır. Açlık, nefsin bütün bu hallerinde kendisini gösterir ve elemini hissettirir. Maksat, normale dönünceye kadar nefsi kırmaktır. Nefsi normale döndükten sonra kişi de gıdasında normale döner. Âhiret yolcularından ancak ya sıddîk olanlar ya da ahmak gururlular açlığa devam etmekten kaçınırlar. Sıddîklar, nefislerinin dosdoğru yolda bulunmasından ve açlık kamçısıyla hakka doğru sürülmeye gerek kalmamasından dolayı açlığa devam etmekten kaçınırlar. Mağrur ise kendisini, nefsini terbiye edip yola getirmesine gerek kalmayan bir sıddîk zannettiğinden dolayı açlıktan kaçınır. Bunun da nefsi hakkında hayırlı olduğunu sanır! Fakat bu, tehlike bakımından en büyük ve en ağır gururdur. Çünkü nefis, nâdiren tam olarak terbiye edilir; çoğu zaman da aldanır. Mağrur kimse, sıddîklara ve onların, ne-fislerine karşı gösterdiği müsamahaya bakar ve kendi nefsine müsamaha göstermeye kalkışır. Bu tıpkı sıhhatli bir kimseye bakarak onun yediklerini yiyen bir hastanın durumuna benzer. Bu hasta kendisinin de sıhhatli olduğunu zanneder ve sonuçta bu yediklerinden dolayı helâk olur.

Yemeği az bir miktar ile sınırlamanın ancak hususi bir vakitte ve hususi bir çeşit için olduğuna, aslında istenilenin bu olmadığına, bununsa ancak haktan uzak ve kemâle erememiş bir nefsin mücâhedesi olduğuna Hz. Peygamber'in yemeği için bir vakit takdir ve tayin etmemiş olması delâlet eder.

Hz. Aişe şöyle der: 'Hz. Peygamber (s.a) öyle oruç tutardı ki biz artık orucunu bozmayacaktır derdik ve oruca öyle ara verirdi ki biz artık oruç tutmayacaktır derdik'.45

Hz. Peygamber eşlerinden birinin odasına girer ve 'Sizin yanınızda yemem için birşey var mıdır?' diye sorardı. Eğer onlar Vardır' derlerse yerdi. Eğer onlar 'yoktur' derlerse, o halde 'Ben oruçluyum' derdi.46

Hz. Peygamber'e birşey ikram edildiğinde 'Ben oruç tutmaya niyetlenmiştim' der ve sonra da ikram edilen şeyden yerdi.47

Birgün Hz. Peygamber çıkıp 'Ben oruçluyum' dedi. Hz. Âişe 'Bize Hîs denilen yemekten hediye geldi' dedi. Hz. Peygamber 'Ben oruç tutmaya niyet etmiştim. Fakat gelen yemeği bana getir' dedi.48

Sehl et-Tüsterî'ye 'Başlangıçta nasıldın?' diye soruldu. O birçok riyazet şekilleri anlattı. Kendisi Nebk (Sedr) denilen ağacın yapraklarıyla karnını doyururmuş. O riyazetlerden diğer biri de üç sene boyunca incirlerin kırıntılarını yemiş olmasıymış. Sonra üç sene boyunca üç dirhem ile aldığı şeylerle idare etmiş. Kendisine 'Şimdi nasılsın?' diye sorulduğunda cevap olarak şöyle demiş: 'Ben sınırsız ve vakitsiz yiyorum'. Sehl'in sınırsız ve vakitsiz demekten gayesi 'ben çok yiyorum' değildir. Aksine ben 'yediğimi bir miktar ile ölçmem' demektir.

Mârûf Kerhî'ye yemeklerin en lezzetlileri hediye edilir, o da bunları yerdi. Kendisine 'Senin âhiret kardeşin Bişr, böyle yapmıyor' denildiğinde şöyle dedi: 'Kardeşim Bişr'i takvâ yakalamıştır. Beni ise marifet serbest bırakmıştır'. Sonra da 'Ben mevlâmın evinde misafirim. Yedirdiği zaman yer, aç bıraktığı zaman da sabrederim. İtiraz etmek ne haddime!' diye ekledi.

İbrahim b. Edhem birgün ihvânından birine birkaç dirhem vererek 'Bu paralarla bize kaymak, bal ve havari ekmeği al!' dedi. Kendisine 'Ey Ebu İshak! Bütün bunları alsın öyle mi?' denildiğinde şöyle cevap verdi: 'Allah sizden razı olsun! Biz bulduğumuz zaman erkekler gibi yer, bulamadığımız zaman da yine erkekler gibi sabrederiz'.

İbrahim, birgün birçok yemek hazırlatarak arkadaşlarından küçük bir grubu davet etti. Gelenlerin içinde Evzâî ve Süfyân es-Sevrî de bulunuyordu. Süfyân es-Sevrî, İbrahim'e 'Ey Ebu İshak! Sen bu yemeğin israf olmasından korkmuyor musun?' diye sordu. İbrahim de 'Yemekte israf yoktur! İsraf ancak, elbise ve ev eşyalarında olur' cevabını verdi.

İlmi, işitmek ve nakil yoluyla öğrenmiş olanlar, bir İbrahim Edhem'in sözüne bakar, bir de Mâlik b. Dinar'ın 'Yirmi seneden beri evime tuz girmedi' sözüyle, Sırrî es-Sakatî'nin 'Kırk seneden beri bir havucu pekmeze daldırıp yemeyi istediğim halde hâlâ yapmış değilim' sözüne bakar da bu durumların birbirine ters düştüğünü görür ve şaşıp kalır veya kesinlikle bunların birisinin yanlış olduğu hükmünü verir. Sözün sırlarını basiretle bilen bir kimse ise, bütün bunların hak olduğunu bilir. Fakat bunlar, hallerin değişik olmasına göre haktırlar. Sonra bu değişik halleri ihtiyatlı ve zeki bir insan, mağrur veya ahmak bir kimse dinler. İhtiyatlı kişi 'Ben âriflerden değilim ki, nefsime müsamaha edeyim. Bu bakımdan benim nefsim Sırrı es-Sakatî, Mâlik b. Dinar'ın ve şehvetlerden kaçan bu büyük insanların nefsinden daha itaatkâr değildir' der ve onlara uyar. Mağrur kimse ise şöyle der: 'Benim nefsim Mâruf Kerhî'nin, İbrahim b. Edhem'in nefsinden daha âsi değildir. Bu bakımdan ben kendilerine uyar ve yiyeceğimdeki ölçü ve sınırı kaldırırım. Ben de mevlâmın evinde misafirim. Ben nerede, itiraz etmek nerede!' Sonra, eğer başkası onun hakkına tecavüz eder ona hürmet etmezse, onun başına kıyameti koparır, çeşitli itirazlara başvurur.
İşte bu saha, şeytanın, ahmaklarla beraber cirit oynadığı geniş bir sahadır. Yemekte, oruç ve şehevî şeylerde ölçüyü kaldırmak, ancak velayet (velilik) veya nübüvvet (peygamberlik) penceresinden bakan bir kimse için mümkün olur. Bu kimse ile Allah arasında nefsi serbest bırakmak veya tutmak hususunda bir alâmet vardır. Bu ise nefsin, hevâ ve âdetlere uymaktan tamamen kurtulmasından sonra mümkün olur. Nefsi bu kayıttan öyle kurtulur ki yediği zaman yemesi niyetle olur. Nitekim yemediği zaman da niyetle olduğu gibi... Bu bakımdan bu kişi yemesinde de orucunda da Allah'a ibâdet etmiş olur.

Hazımlı olmayı ve tedbiri Hz. Ömer'den öğrenmek uygundur. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in balı sevdiğini ve balı yediğini gördüğü halde kendi nefsini Hz. Peygamber'in nefsine kıyas etmedi. Hatta bal ile karıştırılmış soğuk şerbet kendisine takdim edildiği zaman bal kabını elinde evirip çevirdi ve 'Ben bunu içersem tadı geçecektir. Mesuliyet ve sorumluluğu kalacaktır. Bunun hesabını benden uzaklaştırınız' deyip onu bıraktı. Bu sırları şeyhin müridine söylemesi caiz değildir. Aksine şeyh, müridinin yanında açlığı övmelidir. Müridini normal yemeye davet etmemelidir. Çünkü mürid, şeyhinin söylediğinde mutlaka kusur eder. Bu bakımdan şeyhin müridi devamlı açlığa davet etmesi gerekir ki bu sayede normal davranabilsin. Müridine 'kâmil ârif, nefsin riyazetlerinden müstağni olur' dememelidir. Çünkü şeytan, bu takdirde müridin kalbinde bir ilgi görür ve her saat kalbine 'sen kâmil bir ârifsin' vesvesesini ilka eder ve 'Mârifet ve kemâlden elde etmediğin ne kaldı?' der.

Hatta İbrahim-i Havass'ın âdeti, müridine emrettiği her riyazeti, müridle beraber çekmekti ki müridin kalbine 'şeyhim, yapmadığını bana emretti' vesvesesi gelip riyazet çekmekten ürkmesin! Kuvvetli bir mürşidin, riyazet ve başkasını ıslah etmekle meşgul olduğu zaman zayıflara benzemek ve onları saâdete ulaştırmak için son derece merhametli olup, onların seviyesine inmesi lâzımdır. Bu hâl, Peygamber ve velilerin en büyük ibtilâlarından biridir.İtidâl derecesi her şahıs hakkında gizli olduğuna göre, en doğrusu ve ihtiyatlısı her durumda ihtiyatı bırakmamasıdır ve bunun içindir ki Hz. Ömer, oğlu Abdullah'ı yağda kavrulmuş et yerken görünce kamçısıyla Abdullah'ı kamçıladı ve 'Böyle yapma! Birgün ekmekle et, başka birgün ekmekle süt, başka birgün ekmekle yağ, başka birgün ekmekle zeytin, başka birgün ekmekle tuz, diğer birgün yavan ekmek ye!' dedi. İşte normal yol budur. Et yemeye ve şehvetlere devam etmeye gelince, bu israf ve ifrattır. Eti, tamamen terketmek ise yasaklanmış cimriliktir. Hz. Ömer'in gösterdiği yol ise, ifrat ve tefrit tarafları arasında dosdoğru ve normal yoldur. Allah herkesten daha iyi bilir!

43)Buhârî, Müslim
44)Beyhakî
45)Buhârî, Müslim
46)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî
47)Beyhakî
48)Müslim