12.Övmek ve Yermek Karşısında İnsanların Farklı Tavırları
Övgü ve yergiye nisbeten halkın dört hali vardır:
Birinci Hâl: Övgüyle sevinmek, medhedene teşekkür etmek, yergiden nefret etmek, zemmedenden nefret etmek, ona karşılık vermek veya karşılık vermeyi sevmektir. Halkın çoğunun durumu budur. Bu durumda günah derecelerinin en sonuncusu budur.
İkinci Hâl: Kötüleyen kişiye içinden kırılmaktır. Fakat ona karşılık vermekten âzalarını ve dilini tutar, içi medhedene karşı sevinçle dolar. Fakat onu izhar etmekten, dilini ve âzalarını korur. Böyle yapmak da her ne kadar bir önceki duruma göre kemâl ise de esasında eksikliktir.
Üçüncü Hâl: Bu hâl, kemâl derecelerinin ilk basamağıdır. Bu hâl, kişinin yanında öven ile yerenin eşit olmasıdır. Bu bakımdan ne yermek onu üzer, ne de övgü onu sevindirir. Âbidlerden bazıları nefsinin böyle olduğunu sanır, fakat bunun alâmetleriyle nefsini denemediği takdirde aldanır. Böyle olmanın alâmetleri, kendisini kötüleyen bir kimse ile uzun bir zaman oturduğunda nefsinde onu övenden daha çekilmez bulmamalı, medhedenin ihtiyacını yerine getirmek zemmedeninkini yerine getirmekten daha kolay olmamalı, kendisini mübalâğa ile medhedenin ölümü, kendisini zemmedenin ölümünden daha fazla kalbinde menfî bir tesir bırakmamalıdır. Medhedenin düşmanları tarafından kendisine dokunan felâket, zemmedenin musibetinden gelen üzüntüden daha fazla olmamalıdır. Medhedenin hatası, onun kalbinde ve gözünde, zemmedenin hatasından daha hafif olmamalıdır. Bu bakımdan ne zaman zemmeden kimse onun kalbinde medheden kimse gibi olursa, her yönden ikisi eşit olurlarsa, kişi bu mertebeye nâil olmuştur. Fakat bu durum, kalplerde pek uzak ve tatbiki pek zor bir durumdur.
Kulların çoğunda halkın medhetmesiyle kalplerinde hissetmedikleri gizli bir sevinç bulunur. Onlar bu alâmetlerle nefislerini imtihan etmediklerinden farkına varmazlar. Bazen de abid kişi, kalbinin kendisini medhedene meylettiğini, zemmedene meyletmediğini hisseder. Fakat şeytan, bu durumu kendisine güzel gös-tererek der ki: 'Zemmeden seni zemmetmek suretiyle Allah'a isyan etmiştir. Medheden de medhinden dolayı Allah'a itaat etmiştir. Bu bakımdan ikisini nasıl eşit tutabilirsin? Zemmedeni hakir görmen katıksız dindarlıktan gelir!'
Oysa şeytanın bu sözleri katıksız bir kandırmadır; zira âbid kişi düşündüğü takdirde anlar ki insanlar içerisinde kendisini zem-metmekten dolayı günah irtikâb edenin günahından pek fazla günah irtikâb eden vardır. Oysa onlar ne kendisine ağır gelirler, ne de onlardan nefret eder! Şunu da anlamış olur ki kendisini medheden kişi, başkasını zemmetmekten uzak değildir. Oysa nefsini zemmettiğinden dolayı hissettiği nefreti başkasını zemmettiğinden dolayı hissetmemektedir. Zemmetmek, günah olmak hasebiyle, ister zemmedilen kendisi olsun, ister başkası değişmemektedir. Durum bu iken, aldanan âbid, nefsi için öfkelenir, hevası için kızar. Sonra şeytan kendisine bu kızmasının dinden geldiğini hayâl ettirir ki heva-i nefsiyle Allah katında kendisini haklı çıkarmaya kalkışsın ve böylece Allah'tan daha fazla uzaklaşsın! Şeytanın hilelerine ve nefislerin âfetlerine muttali olmayan bir kimsenin ibâdetlerinin çoğu boşa giden bir yorgunluktur. Dünya elinden gider, âhirette de zarar eder! Böyle kimseler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
De ki: 'Size (yaptıkları) iş bakımından en çok ziyana uğrayanları haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa gitmiştir. Oysa güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlar'.(Kehf/103-104)
Dördüncü Hâl: İbâdette doğruluktur. Övgüyü kerih görmek, övülmekten nefret etmektir; zira bilir ki övgü, kendisi için bir fitnedir, belini kırıcı ve dinine zarar vericidir, zemmedeni sevmektir; zira bilir ki zemmeden, kendisine ayıplarını gösterdiği, kendisini mühim vazifesine irşad ettiği gibi, hayır ve hasenâtını kendisine hediye ediyor. Bu bakımdan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Tevâzuun başı, hayır ve takva ile anılmayı kerih görmendir.25
Bazı haberlerde -eğer sahih ise- bizim gibilerin belini kırıcı şeyler rivayet edilmektedir:
'Oruç tutanın, namaz kılanın ve yün elbise giyenin vay haline! Ancak o kimse ki...' Denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasulü! Ancak o kimse dediğin kimdir?'
Cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Ancak nefsi dünyadan temizlenen, övgüden nefret eden, kötülenmeyi seven kimsedir'.26
İşte bu, gerçekten şiddetli bir durumdur. Bizim gibilerin ümitlerinin en sonuncusu ikinci haldir. İkinci hâl de zem ve övgüde bulunan için sevgi ve nefreti gizlemek, söz ve fiil ile bunu belirtmektir.
Üçüncü durum, övgü ve yergiyi eşit tutmaktır. Biz böyle bir durumu ümit etmemekteyiz. Sonra, eğer nefislerimizde ikinci durumun alâmetini istesek, nefislerimiz onu hakkıyle yerine getiremez. Bu takdirde, övenin ikramına koşmak, onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, kötüleyenin ikramında yavaş davranmak, onu övmeyi ağırdan almak ve ihtiyaçlarını yerine getirmekte ağır davranmak gerekir. Biz, kalbin gizliliklerine muktedir olmadığımız gibi, zâhir fiilde de bu iki durumu eşit tutmaya muktedir değiliz. Fiilin zâhirinde medhedenle zemmedenin arasını eşit tutmaya muktedir olan bir kimse, bu zamanda -eğer varsa- örnek kabul edilmesi gerekir. Çünkü böyle bir kimse 'kibrit-i ahmer' (pek nadir bulunan bir madde) gibidir. Halk ondan bahseder, fakat görünmez. Durum bu iken bundan sonraki iki mertebe nasıl tasavvur edilebilir?
Bu mertebelerin her birinde de dereceler vardır. Övgüdeki derecelere gelince, onlar şunlardır: Halktan bir kısım vardır ki övülmesini ve şöhretinin yayılmasını temenni eder. Dolayısıyla mümkün olan yoldan buna ulaşmaya tevessül eder. Hatta ibâdetleriyle riyâkârlık yapar. Halkın kalbini elde etmek için mahzurluları yapmaktan çekinmez. Halkın dilini, kendisi hakkında övgüyle konuşturmak için böyle yapmakta tereddüt etmez. Böyle bir kimse helâk olanlardandır.
Diğer bir kimse vardır ki bunu ibâdetlerle değil mübahlarla elde etmeye çalışır. Bunu elde etmek için mahzurlu şeyler yapmaz. Bu kimse de yıkılmaya mahkûm bir derenin kıyısındadır; zira kalpleri elde eden söz ve amellerin hududlarının kontrol altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan başkasının övgüsünü kazanmak için helâl olmayan bölgelere girmesi yakın bir ihtimaldir. Öyle ise bu da helâk olanlara pek yakındır.
Başka bir grup vardır ki övülmeyi istemez. Onu elde etmek için çaba harcamaz. Fakat övüldüğü zaman kalbi sevinç duyar. Eğer bu kimse bu övgüye mücahede ile karşılık verip bundan tiksinmek için bir gayret göstermezse, sevinmenin ifratı böyle kimseyi bun-dan önceki duruma düşürebilir. Eğer bu hususta nefsiyle mücâhede edip, kalbine bundan tiksinmeyi telkin ederse, medhin âfetlerini düşünmek suretiyle sevinmenin kötülüğünü kalbinde yerleştirirse bu kimse, mücâhedenin tehlikesinde bulunur. Durum bazen lehinde olur, bazen de aleyhinde olur.
Diğer bir grup vardır, övülmesini işittiği zaman, onunla ne sevinir, ne de üzülür, ne de kendisine herhangi bir tesir yapar. Bu kimse 'hayır' üzerindedir. Her ne kadar bunda ihlâstan bir kısım kalmış ise de...
Başka bir kimse vardır ki duyduğu zaman övgüden nefret eder. Fakat bu nefret kendisini, övenden nefret edecek veya yaptığını inkâr edecek dereceye vardırmaz. Oysa bunun en yüksek derecesi, medhedenden nefret etmek, kızmak ve bu hususta doğru olduğu halde, kızgınlığını göstermek değildir. Çünkü böyle yapmak münafıklığın ta kendisidir. Çünkü böyle yapan, müflis olduğu halde ister ki nefsinden ihlâs ve doğruluğu izhar etmiş olsun! Bunun zıddı da böyledir. (Zemmedildiğinde içinden buğzettiği halde sevgisini izhar etmek de böyledir). Bundan ötürü, zemmedeninn hakkında haller değişik olur. Onun derecelerinin ilki, öfkeyi izhar etmektir. En sonuncusu sevgiyi izhar etmektir. Sevgi ve onun belirtilmesi, nefsi temerrüd ettiğinden, ayıpları ve yalan va'dleri çok olduğundan ve çirkin karıştırmaları pek fazla olduğundan dolayı ancak kalbinde nefsine karşı kin tutan bir kimseden sâdır olabilir.
Bu kimse, düşmandan nefret ettiği gibi, nefsinden nefret eder. İnsanoğlu düşmanını zemmeden bir kimseyi sever. Bu ise düşmanı, nefsi olan bir şahıstır. Bu bakımdan nefsinin zemmedildiğini duyduğu zaman sevinir. Bundan dolayı zemmedene teşekkür eder. Zemmedenin zeki olduğuna inanır. Çünkü zemmeden, nefsinin ayıplarına muttali olmuştur. O halde bu zemmediş, nefisten intikam almak hususunda onun için bir ganimet gibi olur; zira nefis zemmedilmekle halkın gözünde en düşük bir duruma gelir. Böylece halkın fitnesiyle müptelâ olmaz, ona haseneler sevk olunduğu zaman ona sahip çıkmaz! Bu bakımdan bu durumun, gidermekten aciz olduğu ayıpları için daha hayırlı olması umulur. Eğer mürid, hayatı boyunca nefsiyle, zemmeden ile medh edenin yanında eşit olması hususunda mücâhede ederse, bu tip mücâhede müride başkasıyla ilgi kurmayacak derecede bir meşguliyet olur. Mürid ile saadet arasında birçok gedikler ve engeller vardır. Onlardan biri budur. Onların hiçbirini, uzun hayatında, amansız mücâdeleler vermeden geçemez.
25)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
26)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir
Birinci Hâl: Övgüyle sevinmek, medhedene teşekkür etmek, yergiden nefret etmek, zemmedenden nefret etmek, ona karşılık vermek veya karşılık vermeyi sevmektir. Halkın çoğunun durumu budur. Bu durumda günah derecelerinin en sonuncusu budur.
İkinci Hâl: Kötüleyen kişiye içinden kırılmaktır. Fakat ona karşılık vermekten âzalarını ve dilini tutar, içi medhedene karşı sevinçle dolar. Fakat onu izhar etmekten, dilini ve âzalarını korur. Böyle yapmak da her ne kadar bir önceki duruma göre kemâl ise de esasında eksikliktir.
Üçüncü Hâl: Bu hâl, kemâl derecelerinin ilk basamağıdır. Bu hâl, kişinin yanında öven ile yerenin eşit olmasıdır. Bu bakımdan ne yermek onu üzer, ne de övgü onu sevindirir. Âbidlerden bazıları nefsinin böyle olduğunu sanır, fakat bunun alâmetleriyle nefsini denemediği takdirde aldanır. Böyle olmanın alâmetleri, kendisini kötüleyen bir kimse ile uzun bir zaman oturduğunda nefsinde onu övenden daha çekilmez bulmamalı, medhedenin ihtiyacını yerine getirmek zemmedeninkini yerine getirmekten daha kolay olmamalı, kendisini mübalâğa ile medhedenin ölümü, kendisini zemmedenin ölümünden daha fazla kalbinde menfî bir tesir bırakmamalıdır. Medhedenin düşmanları tarafından kendisine dokunan felâket, zemmedenin musibetinden gelen üzüntüden daha fazla olmamalıdır. Medhedenin hatası, onun kalbinde ve gözünde, zemmedenin hatasından daha hafif olmamalıdır. Bu bakımdan ne zaman zemmeden kimse onun kalbinde medheden kimse gibi olursa, her yönden ikisi eşit olurlarsa, kişi bu mertebeye nâil olmuştur. Fakat bu durum, kalplerde pek uzak ve tatbiki pek zor bir durumdur.
Kulların çoğunda halkın medhetmesiyle kalplerinde hissetmedikleri gizli bir sevinç bulunur. Onlar bu alâmetlerle nefislerini imtihan etmediklerinden farkına varmazlar. Bazen de abid kişi, kalbinin kendisini medhedene meylettiğini, zemmedene meyletmediğini hisseder. Fakat şeytan, bu durumu kendisine güzel gös-tererek der ki: 'Zemmeden seni zemmetmek suretiyle Allah'a isyan etmiştir. Medheden de medhinden dolayı Allah'a itaat etmiştir. Bu bakımdan ikisini nasıl eşit tutabilirsin? Zemmedeni hakir görmen katıksız dindarlıktan gelir!'
Oysa şeytanın bu sözleri katıksız bir kandırmadır; zira âbid kişi düşündüğü takdirde anlar ki insanlar içerisinde kendisini zem-metmekten dolayı günah irtikâb edenin günahından pek fazla günah irtikâb eden vardır. Oysa onlar ne kendisine ağır gelirler, ne de onlardan nefret eder! Şunu da anlamış olur ki kendisini medheden kişi, başkasını zemmetmekten uzak değildir. Oysa nefsini zemmettiğinden dolayı hissettiği nefreti başkasını zemmettiğinden dolayı hissetmemektedir. Zemmetmek, günah olmak hasebiyle, ister zemmedilen kendisi olsun, ister başkası değişmemektedir. Durum bu iken, aldanan âbid, nefsi için öfkelenir, hevası için kızar. Sonra şeytan kendisine bu kızmasının dinden geldiğini hayâl ettirir ki heva-i nefsiyle Allah katında kendisini haklı çıkarmaya kalkışsın ve böylece Allah'tan daha fazla uzaklaşsın! Şeytanın hilelerine ve nefislerin âfetlerine muttali olmayan bir kimsenin ibâdetlerinin çoğu boşa giden bir yorgunluktur. Dünya elinden gider, âhirette de zarar eder! Böyle kimseler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
De ki: 'Size (yaptıkları) iş bakımından en çok ziyana uğrayanları haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa gitmiştir. Oysa güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlar'.(Kehf/103-104)
Dördüncü Hâl: İbâdette doğruluktur. Övgüyü kerih görmek, övülmekten nefret etmektir; zira bilir ki övgü, kendisi için bir fitnedir, belini kırıcı ve dinine zarar vericidir, zemmedeni sevmektir; zira bilir ki zemmeden, kendisine ayıplarını gösterdiği, kendisini mühim vazifesine irşad ettiği gibi, hayır ve hasenâtını kendisine hediye ediyor. Bu bakımdan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Tevâzuun başı, hayır ve takva ile anılmayı kerih görmendir.25
Bazı haberlerde -eğer sahih ise- bizim gibilerin belini kırıcı şeyler rivayet edilmektedir:
'Oruç tutanın, namaz kılanın ve yün elbise giyenin vay haline! Ancak o kimse ki...' Denildi ki: 'Ey Allah'ın Rasulü! Ancak o kimse dediğin kimdir?'
Cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Ancak nefsi dünyadan temizlenen, övgüden nefret eden, kötülenmeyi seven kimsedir'.26
İşte bu, gerçekten şiddetli bir durumdur. Bizim gibilerin ümitlerinin en sonuncusu ikinci haldir. İkinci hâl de zem ve övgüde bulunan için sevgi ve nefreti gizlemek, söz ve fiil ile bunu belirtmektir.
Üçüncü durum, övgü ve yergiyi eşit tutmaktır. Biz böyle bir durumu ümit etmemekteyiz. Sonra, eğer nefislerimizde ikinci durumun alâmetini istesek, nefislerimiz onu hakkıyle yerine getiremez. Bu takdirde, övenin ikramına koşmak, onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, kötüleyenin ikramında yavaş davranmak, onu övmeyi ağırdan almak ve ihtiyaçlarını yerine getirmekte ağır davranmak gerekir. Biz, kalbin gizliliklerine muktedir olmadığımız gibi, zâhir fiilde de bu iki durumu eşit tutmaya muktedir değiliz. Fiilin zâhirinde medhedenle zemmedenin arasını eşit tutmaya muktedir olan bir kimse, bu zamanda -eğer varsa- örnek kabul edilmesi gerekir. Çünkü böyle bir kimse 'kibrit-i ahmer' (pek nadir bulunan bir madde) gibidir. Halk ondan bahseder, fakat görünmez. Durum bu iken bundan sonraki iki mertebe nasıl tasavvur edilebilir?
Bu mertebelerin her birinde de dereceler vardır. Övgüdeki derecelere gelince, onlar şunlardır: Halktan bir kısım vardır ki övülmesini ve şöhretinin yayılmasını temenni eder. Dolayısıyla mümkün olan yoldan buna ulaşmaya tevessül eder. Hatta ibâdetleriyle riyâkârlık yapar. Halkın kalbini elde etmek için mahzurluları yapmaktan çekinmez. Halkın dilini, kendisi hakkında övgüyle konuşturmak için böyle yapmakta tereddüt etmez. Böyle bir kimse helâk olanlardandır.
Diğer bir kimse vardır ki bunu ibâdetlerle değil mübahlarla elde etmeye çalışır. Bunu elde etmek için mahzurlu şeyler yapmaz. Bu kimse de yıkılmaya mahkûm bir derenin kıyısındadır; zira kalpleri elde eden söz ve amellerin hududlarının kontrol altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan başkasının övgüsünü kazanmak için helâl olmayan bölgelere girmesi yakın bir ihtimaldir. Öyle ise bu da helâk olanlara pek yakındır.
Başka bir grup vardır ki övülmeyi istemez. Onu elde etmek için çaba harcamaz. Fakat övüldüğü zaman kalbi sevinç duyar. Eğer bu kimse bu övgüye mücahede ile karşılık verip bundan tiksinmek için bir gayret göstermezse, sevinmenin ifratı böyle kimseyi bun-dan önceki duruma düşürebilir. Eğer bu hususta nefsiyle mücâhede edip, kalbine bundan tiksinmeyi telkin ederse, medhin âfetlerini düşünmek suretiyle sevinmenin kötülüğünü kalbinde yerleştirirse bu kimse, mücâhedenin tehlikesinde bulunur. Durum bazen lehinde olur, bazen de aleyhinde olur.
Diğer bir grup vardır, övülmesini işittiği zaman, onunla ne sevinir, ne de üzülür, ne de kendisine herhangi bir tesir yapar. Bu kimse 'hayır' üzerindedir. Her ne kadar bunda ihlâstan bir kısım kalmış ise de...
Başka bir kimse vardır ki duyduğu zaman övgüden nefret eder. Fakat bu nefret kendisini, övenden nefret edecek veya yaptığını inkâr edecek dereceye vardırmaz. Oysa bunun en yüksek derecesi, medhedenden nefret etmek, kızmak ve bu hususta doğru olduğu halde, kızgınlığını göstermek değildir. Çünkü böyle yapmak münafıklığın ta kendisidir. Çünkü böyle yapan, müflis olduğu halde ister ki nefsinden ihlâs ve doğruluğu izhar etmiş olsun! Bunun zıddı da böyledir. (Zemmedildiğinde içinden buğzettiği halde sevgisini izhar etmek de böyledir). Bundan ötürü, zemmedeninn hakkında haller değişik olur. Onun derecelerinin ilki, öfkeyi izhar etmektir. En sonuncusu sevgiyi izhar etmektir. Sevgi ve onun belirtilmesi, nefsi temerrüd ettiğinden, ayıpları ve yalan va'dleri çok olduğundan ve çirkin karıştırmaları pek fazla olduğundan dolayı ancak kalbinde nefsine karşı kin tutan bir kimseden sâdır olabilir.
Bu kimse, düşmandan nefret ettiği gibi, nefsinden nefret eder. İnsanoğlu düşmanını zemmeden bir kimseyi sever. Bu ise düşmanı, nefsi olan bir şahıstır. Bu bakımdan nefsinin zemmedildiğini duyduğu zaman sevinir. Bundan dolayı zemmedene teşekkür eder. Zemmedenin zeki olduğuna inanır. Çünkü zemmeden, nefsinin ayıplarına muttali olmuştur. O halde bu zemmediş, nefisten intikam almak hususunda onun için bir ganimet gibi olur; zira nefis zemmedilmekle halkın gözünde en düşük bir duruma gelir. Böylece halkın fitnesiyle müptelâ olmaz, ona haseneler sevk olunduğu zaman ona sahip çıkmaz! Bu bakımdan bu durumun, gidermekten aciz olduğu ayıpları için daha hayırlı olması umulur. Eğer mürid, hayatı boyunca nefsiyle, zemmeden ile medh edenin yanında eşit olması hususunda mücâhede ederse, bu tip mücâhede müride başkasıyla ilgi kurmayacak derecede bir meşguliyet olur. Mürid ile saadet arasında birçok gedikler ve engeller vardır. Onlardan biri budur. Onların hiçbirini, uzun hayatında, amansız mücâdeleler vermeden geçemez.
25)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
26)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir
BİRİNCİ BÖLÜM " Rütbe ve Şöhret Sevgisi "
- 1.Şöhret ve Nâm Salmanın Kötülenmesi
- 10.Övgüden Hoşlanmanın, Yerilmekten İse Hoşlanmamanın Tedavisi
- 11.Yerilmekten Hoşlanmamanın Çaresi
- 12.Övmek ve Yermek Karşısında İnsanların Farklı Tavırları
- 2.Şöhret Sahibi Olmamanın Fazileti
- 3.Rütbe Sevgisinin Kötülenmesi
- 4..Rütbe Düşkünlüğünün Hakikati
- 5.Rütbe Düşkünlüğünün Tabiaten İnsana Sevimli Gelmesi ve Kalpten Ancak Zorla Sökülebilmesinin Sebebi
- 6. Hakîkî Kemâlât ile Vehmî Kemâlât
- 7.Rütbe Sevgisinin Övülen ve Yerilen Kısımları
- 8.İnsan Nefsinin Övülmekten Hoşlanmasının, Yerilmekten Hoşlanmamasının Sebepleri
- 9.Mevki ve Rütbe Düşkünlüğünün Çaresi