Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti

Aişe (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hava bozulduğu ve şiddetli rüzgâr estiği zaman, Hz. Peygamber'in yüzü mosmor kesilir, kalkar odada gezinir, girer çıkardı. Bütün bunları Allah'ın azabının korkusundan yapıyordu.98

Hz. Peygamber Vakıa sûresinde bir ayet okudu, çığlık attı. Musa da bayılarak yere düştü. (A'raf/143)

Hz. Peygamber (s.a) el-Ebtah'da (bir dere) Cebrail'in esas sûretini gördü. Çığlık atarak düşüp bayıldı.

Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber namaza başladığı zaman göğsünden fıkır fıkır kaynayan çanağın sesi gibi bir ses işitiliyordu."

Cebrail bana her geldiğinde Cebbar olan Allah'tan korktuğundan tir tir titriyordu!100

Şöyle denilmiştir: İblis, mâruz kaldığı felâkete uğradığı zaman, Cebrail ile Mikâil ağlamaya başladılar. Allah Teâlâ onlara vahiy göndererek şöyle dedi:
- Siz ikiniz neden ağlıyorsunuz?
- Yarab! Biz senin azabından emin değiliz.
- İşte böyle olunuz! Benim azabımdan emin olmayınız.
Tâbiînden Muhammed b. Münkedir'den şöyle rivayet ediliyor: 'Ateş yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerinden oynadı. Ademoğulları yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerine geldi!'

Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Cebrail'e sordu:
- Neden ben Mîkâil'i gülerken hiç görmüyorum?
- Ateş yaratıldığından bu yana Mikâil gülmemiştir.101

Deniliyor ki Allah Teâlâ'nın bir kısım melekleri vardır. Ateş yaratıldığından beri hiçbiri gülmemiştir. Bu korkulan, Allah'ın kendilerini azap edeceği korkusundan değildir.
İbn Ömer şöyle dedi: Hz. Peygamber ile beraber çıktım. Ensardan birinin bahçesine gelinceye kadar yürüdük. Hurmalardan alıp yemeğe başladı ve dedi ki:
- Ey Ömer'in oğlu! Sen neden yemiyorsun?
- Ey Allah'ın Rasûlü! İştahım çekmiyor.
- Fakat banim iştahım çekiyor. Bu dördüncü günün sabahıdır ki yiyecek bir yemek bulamadım! Eğer rabbimden isteseydim bana Kayser ile Kisrâ'nın mülkünü verirdi. Ey Ömer'in oğlu! Sen, bütün senelik rızkını derleyen ve kalplerinde yakının zayıf olduğu bir kavmin içinde kaldığın zaman durumun ne olacaktır?
İbn Ömer der ki: Allah'a yemin olsun! Biz daha yerimizden kalkmadan şu ayet indi:
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah besler. O semi'dir, alîm'dir!
(Ankebût/60)

Enes der ki: Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah size malı yığmayı emretmediği gibi, şehvetlerin arkasına kapılmayı da emretmemiştir. Kim fânî hayat için paraları istif ederse (bilsin) ki hayat; Allah'ın kudret elindedir. İyi bilin ki ben ne dinar ve ne de dirhem istif etmem ve yarın için de bir rızık saklamam.102

Ebu Derdâ der ki: 'Allah'ın dostu İbrahim namaza kalktığı zaman, kalbinin sesi bir milden işitiliyordu. Bu da rabbinin korkusundan ileri geliyordu'.

Mücahid diyor ki: Hz. Dâvud, kırk gün secdede kalıp başını kaldırmadan ağladı. Öyle ki onun göz yaşlarından otlar bitip, başını kapladı. Sonra 'Ey Dâvud! Sen aç mısın ki sana yedirilsin veya susuz musun ki sana içirilsin? Çıplak mısın ki sana giydirilsin?' diye seslenildi. Bunun üzerine Hz. Dâvud bir çığlık attı. Ud aleti heyecana gelip korkusundan yandı. Sonra Allah Teâlâ, Davud'un üzerine tevbe ve mağfiretini indirdi. Bunun üzerine, Dâvud şöyle yalvardı: "Yarab! Benim hatamı elime yazdır!' Bu dilek üzerine, Dâvud'un hatası (zellesi) eline yazdırıldı. Elini bir yemeğe, bir suya veya başka birşeye uzattığı zaman, hatasını görür, ağlardı. Dâvud'a üçte ikisi su dolu bardak götürülürdü. Bardağı ağzına götürdüğü zaman, hatası gözüne çarpardı. Bardak göz yaşlarından dolar, taşardı. Hz. Dâvud ölünceye kadar başını kaldırıp göklere bakmamıştı. Allah'tan haya ettiği için böyle yapıyordu. Münâcâtında şöyle diyordu: İlâhî! Hatamı hatırladığım zaman, yeryüzü genişliğine rağmen bana dar geliyor. Senin rahmetini hatırladığım zaman, ruhum bana geri geliyor. İlâhî! Seni tenzih ediyorum. Senin doktor kullarına, hatamı tedavi ettirmek için gittim. Hepsi de bana seni gösterdiler. Senin rahmetinden ümitsiz olanlara yazıklar olsun!'

Fudayl b. İyaz der ki: Kulağıma Hz. Dâvud'un, birgün hatasını hatırlayıp elini başına koyup bağırdığı halde, yollara koyulup, dağa çıktığını, yırtıcı hayvanların etrafında toplandığını, onlara 'Ben size sizin için değil hatalarıma çokça ağlamak için geldim. Bu bakımdan o beni ancak ağlamakla istikbal etsin. Hata sahibi olmayan bir kimseyi hatalı Dâvud neylesin!' dediği geldi. Davud çok ağladığından dolayı kınandığında şöyle diyordu: 'Bırakın da ağlama günü gelip çatmadan önce, kemikler yırtılmadan, yürekler alev alev yanmadan ve rabbim bana şiddetli, katı, Allah'ın emrine isyan etmeyen ve kendilerine verilen emri harfiyyen tatbik eden melekleri musallat kılmadan önce ağlayayım!'
Hz. Dâvud hataya düştüğü zaman, sesi kısıldı. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu: Yarab! Sıddîkların seslerinin safâveti içinde sesim kalınlaştı'.

Hz. Dâvud, uzun zaman ağladığı halde ağlamasından fayda görmeyince, dünya kendisine daraldı, üzüntüsü arttı ve şöyle dedi:
Ya ilâhî! Ya seyyid! Ben günahımı nasıl unutayım? Oysa ben Zebur'u okuduğum zaman, akan su akmaz, esen rüzgâr esmezdi. Kuş gelip başıma gölge yapardı. Vahşî hayvanlar benim mihrabıma yaklaşırdı. Ey rab! Ey mevlâm! Şu, benimle senin arana giren vahşet nedir?
Bu yalvarış üzerine Allah Teâlâ,ona şöyle vahiy etti:
Ey Dâvud! O söylediğin, taatin ünsiyeti, bu durum ise mâsiyetin vahşetidir. Ey Dâvud! Adem, yaratıklardan biridir. Onu kudret elimle yarattım, ona ruhumdan üfürdüm. Meleklerimi ona secde ettirdim. Kerâmet elbisemi ona giydirdim. Vakarımın tacını onun başına koydum. O yalnızlıktan şikayet etti. Onu kulum Havva ile evlendirdim. Onu cennetime yerleştirdim. O bana isyan etti. Onu zelil ve çıplak olduğu halde, komşuluğumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvud! Benden dinle! Hakîkat benim dediğimdir. Sen bize itaat ettin. Biz de sana itaat ettirdik. Sen bizden istedin biz de sana verdik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer sen şu isyanına rağmen bize tevbe edersen senden onu kabul ederiz.

Yahya b. Ebi Kesîr şöyle anlatır: Hz. Dâvud okumak istediği zaman ondan yedi gün önce yemek yemez, su içmez, kadınlara yaklaşmazdı. Ondan birgün önce Dâvud için minber sahraya çıkarılırdı. Oğlu Süleyman'a 'Memleketi, memleketin etrafındaki ormanları, tepeleri, dağları, sahraları, kiliseleri, havraları, hepsini çınlatıcı bir sesle çağır' derdi.
Bunun üzerine Hz. Süleyman memlekette 'Dâvud'un nefsi üzerine ağlamasını dinlemek isteyen gelsin!' diye çağırırdı. Çöllerden, tepelerden vahşî hayvanlar, ormanlardan yırtıcılar, dağlardan haşerat, yuvalardan kuşlar, perdelerin arkasından bâkire kızlar akın ederdi. Halk o gün için toplanırdı. Hz. Dâvud gelip minbere çıkar, İsrailoğulları onun etrafını sarar, her sınıf ayrı ayrı dururdu. Hepsi de onu çember içine alırlardı. Hz. Süleyman onun baş ucunda, ayakta dururdu. Hz. Dâvud, rabbini övmeye başlar, dinleyenler ağlayıp sızlar, bağırırlardı. Sonra Hz. Dâvud cennet ve cehennemi anardı. Dolayısıyle haşerat ölür, vahşî hayvanlardan, yırtıcılardan ve insanlardan da bir grup ölürdü. Sonra Hz. Dâvud kıyametin dehşetlerinden bahseder, kendi nefsi üzerindeki ağlamasına dalardı. Hz. Süleyman, ölenlerin çokluğunu görünce şöyle derdi: 'Ey babacığım! Dinleyenleri paramparça ettin.

Israiloğulları'ndan birçok kişi öldü! Vahşî hayvanlar ve haşerattan ölenler oldu'. Bunun üzerine Hz. Dâvud duaya başlardı. Hz. Dâvud dua ederken İsrailoğulları'nın âbidlerinden
biri şöyle seslendi: 'Ey Dâvud! Rabbinden mükâfatı istemekte acele ettin'.
Bunun üzerine, Dâvud bayılarak düştü.

Hz. Süleyman; Hz. Dâvud'a isabet eden zahmeti gördüğünde bir sedye getirir, onu sedyeye yükletir, sonra bir dellâle şöyle çağırmasını emrederdi: 'Kimin Dâvud'la beraber bir yakını veya akrabası varsa, o bir sedye getirip onu götürsün; zira Dâvud'la beraber olanları, cennet ve cehennemin zikri öldürmüştür'. Kadın sedyeyi getirip yakınını yükletip götürürdü ve yükletip götürürken şöyle derdi: 'Ey ateşin anmasıyla ölen! Ey Allah'ın korkusu kendi-sini öldüren!'. Sonra Hz. Dâvud kendine gelip ayıldığında kalkıp elini başına koyar ve ibâdethanesine girer, kapısını kilitler, şöyle niyazda bulunurdu: 'Ey Dâvud'un mâbudu! Sen Dâvud kuluna kızgın mısın?

Durmadan, (bu şekilde) rabbine münâcât ederdi.Süleyman gelip kapıda oturur, içeriye girmek için izin isterdi. Sonra beraberinde bir arpa ekmeği olduğu halde içeri girer ve şöyle derdi: 'Babacığım! Bununla ibâdetini yapmak için kuvvet bul!' Bunun üzerine Hz. Dâvud, Allah'ın dilediği kadar, o ekmekten yer, sonra çıkıp İsrailoğulları'nın arasına katılırdı.

Yezid er-Rekkaşi dedi ki: 'Hz. Dâvud birgün halkla beraber çıkıp kendilerine vaaz etti ve onları korkuttu. Kırkbin kişiyle beraber yola çıktı. Onlardan otuz bin kişi öldü. Ancak onbin kişi geri geldi'.

Hz. Dâvud'un iki cariyesi vardı. Kendisine korku geldiğinde ve yere düşüp korkudan çırpındığında onları, göğsünün ve ayaklarının üzerine otursunlar diye ve azaları parçalanmasın, mafsal-ları birbirinden çıkıp ölümüne sebebiyet vermesin diye edinmişti.

İbn Ömer (r.a) şöyle anlatıyor: Yahya b. Zekeriyya sekiz yaşında iken Beyt-ül-Makdis'e girdi. Âbidlere baktı ki kıl ve yünden yapılmış abalar giymişler. İbret alanlara baktı ki duvarları yarmış, zincirleri geçirmiş. 'Beyt-ül Makdis'in etrafında o zincirlerle kendilerini bağlamışlardı. Bu manzara onu korkuttu. Bunun üzerine anne ve babasının yanına döndü. Oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar ona 'Ey Yahya! Gel de oynayalım' dedi-ler. Yahya onlara 'Ben oyun için yaratılmadım' dedi. Yahya ebeveynine geldi. Kendisine kıldan yapılmış bir kaftan giydirmelerini istedi. Onlar Yahya'nın isteğine uydular. Bunun üzerine Beyt-ül Makdis'e döndü. Yahya onbeş yaşına basıncaya kadar gündüz Beyt-ül Makdis'e hizmet eder, orada gecelerdi. Onbeş yaşından sonra çıktı. Dağlara ve derelerin enginliklerine daldı. Ailesi çıkıp onu aradılar. Onu Ürdün denizinin kenarında buldular. Ayaklarını suya daldırmıştı ve neredeyse susuzluk kendisini öldürecekti. Oysa o şöyle diyordu: 'Senin izzetin ve celâlin hakkı için, senin nezdindeki makamımın neresi olduğunu bilmedikçe soğuk su tatmayacağım'.

Bunun üzerine ebeveyni bir arpa ekmeğiyle iftar etmesini ve o sudan içmesini istediler. O da onların dediğini yapıp yeminin kefaretini verdi. Bunun için o, anne babaya itaatkârlıkla övüldü. Anne ve babası onu 'Beyt-ül Makdis'e geri götürdüler. Yahya kalkıp namaz kılmak istediği zaman, beraberinde ağaçlar ve toprak ağlayıncaya kadar ağlardı. Babası Zekeriyya, bayılıncaya kadar, onun ağlamasından ötürü ağlardı. O, gözyaşları yanaklarının etini parçalayıp, bakanlara dişleri yanaklarından görününceye kadar ağlardı. Annesi kendisine 'Ey' oğul! Eğer izin verirsen dişlerini bakanlardan gizlemek için bir örtü yapayım' dedi. Bunun üzerine annesine izin verdi. Annesi bir parça keçe aldı. Onun yanakları üzerine yapıştırdı. O, namaz kılmak üzere kalktığı zaman ağlardı. Gözyaşları yanakları üzerindeki keçe parçalarında toplandığı za-man annesi gelir o keçeyi sıkardı. Göz yaşlarının, annesinin kolları üzerine aktığını görünce şöyle dedi: 'Ey Allahım! Şu gözyaşlarımdır. Şu da annem... Ben kulunum. Sen erham'ür râhimînsin'.

Babası Zekeriyya birgün kendisine şöyle dedi: 'Ey oğul! Ben ancak rabbimden seni, seninle gözlerimin kuruması için istedim'. Bunun üzerine Yahya şu cevabı verdi: 'Cebrail bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir düzlük vardır. O düzlüğü ancak ağlayan kimseler geçebilir'. Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: 'Ey oğul! O halde ağla!'

Hz. İsa şöyle demiştir: 'Ey havâriler topluluğu! Allah Teâlâ'nın korkusu ve Firdevs cennetinin sevgisi, meşakkat üzerine sebret-meyi insana bahşeder. Dünyadan uzaklaştırırlar. Hakikî olarak sizlere derim ki: 'Arpanın yenmesi ve köpeklerle beraber mezbeleliklerde yatmak bile Firdevs için azdır!'.

Şöyle denilmiştir: Hz. ibrahim hatasını hatırladığı zaman bayılırdı. Kalbinin sesi bir mil uzaktan işitilirdi. Bunun üzerine Cebrail kendisine gelir ve şöyle derdi:
- Rabbin sana selâm ediyor ve şöyle soruyor: 'Halilinden korkan hiçbir halil gördün mü?'
- Ey Cebrail! Ben hatamı hatırladım. Halilliğimi unuttum. İşte bunlar peygamberlerin (Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) halleridir. Bu halleri düşünmekle seni başbaşa bırakalım. Çünkü onlar Allah'ı en fazla bilen sıfatına en fazla vâkıf olan kim
selerdir. Salât onlara ve Allah'a yakın olan her kulun üzerine ol sun! Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!

98) Müslim ve Buhârî
99) Bezzar, (İbn Abbas'tan)
100) Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi
101) İbn Ebî Dünya
102) İbn Merduveyh, Beyhaîd