Dâvete İcabet Etmenin Âdâbı
Davete icâbet etmenin âdâbı beş'tir:
1. Fakir zengin ayırımı yapılmamalıdır. Eğer fakirinkine değil de sadece zenginin davetine icabet edilirse, böyle bir hareket yasaklanmış olan kibir ve gurur sınıfına girer. Bu sır ve hikmete binâen, seleften bazı kimseler icabetin aslından vazgeçerek nedenini şöyle izah etmişlerdir: 'Çorbayı beklemek zillettir'. Başka biri 'Elimi başkasının çanağına uzattığım zaman, boynum ona karşı bükük ve zelil olur' demiştir.
Bir kısım mütekebbir vardır ki, zenginlerin dâvetine icabet edip fakirlerin davetine gitmekten imtina ederler! Bu hareket, sünnetin tam tersidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) köle ve fakir ayırmaksızın herkesin dâvetine icâbet etmiştir.51
Bir ara Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan (r.a) yolun kenarında oturup dilenen bir grubun yanından geçtiğinde kumlar üzerine yemeklerini serdiklerini gördü. Bu gruba katırının üstündeyken se-lâm verdi. Onlar bu selâma karşılık 'Ey Allah Rasûlü'nün torunu, yemeğimize buyurmaz mısınız?' dediler. Hz. Hasan 'Elbette gelirim; çünkü Allah Teâlâ kibir gösteren kimseleri sevmez' deyip katırından indi ve onlarla oturup birlikte yemek yedi. Yemek yedikten sonra tekrar katırına bindi ve 'Ben sizin dâvetinize icâbet ettim, o hâlde siz de benim dâvetime icâbet ediniz' dedi. Onlar da 'Hay hay, biz de senin dâvetinize icabet ederiz' dediler. Bunun üzerine onlara belli bir zaman tâyin etti. Onlar o zamanda çıkıp geldiler. Onlara yemeklerin en nefislerini takdim ederek, oturup kendileriyle birlikte yedi.
'Ben elimi kimin çanağına uzatırsam, ona karşı boynum bükük olur' şeklindeki hükme, 'Bu hüküm sünnete muhaliftir' diyenin kanâati yanlıştır. Zira davet eden, çağrılanın icâbet etmesine sevinmediği ve onun gelmesini kendisine bir minnet saymadığı takdirde, icâbet etmek, zillet olduğu gibi, çağrılanın boynunda da bu dâvet bir minnet olur.
Hz. Peygamber (s.a) davetlerin tümüne icâbet ederdi. Çünkü bilirdi ki, o davette hazır bulunmasından dolayı yemek sahibi büyük bir minnet yükünü kabul edip, teşriflerini kendisi için dünya ve âhiret azığı olarak görür. Bu nedenle bu durum, hâllerin değişmesiyle değişen bir durumdur. Şöyle ki: Şayet yedirmenin da-vet edene ağır geldiğini, ancak böbürlenmek ve zoraki bir durum için yedirdiğini bilirse, böyle bir davete icabet edilmesi sünnete uygun değildir. Aksine böyle bir dâvete icabet etmemesi için bahaneler uydurması daha uygun bir harekettir. Bundan dolayı seleften biri şöyle demiştir: 'Ancak senin kendinde olan rızkını yediğini ve sana ait olup onun yanında bulunan bir emaneti sana teslim ettiğini, o emanetini kabul ettiğin için de kendisine büyük bir iyilikte bulunduğunu gören ve bilenin yemeğini ye..'.
Sırrı es-Sakatî şöyle demiştir: 'O lokma için âh çekerim ki, onda Allah'a karşı bir mesuliyet olmadığı gibi, herhangi bir mahlûkun da onda minneti yoktur'.
Bu nedenle davete çağrılanın, dâvette herhangi bir minnetin olmadığını bildiği zaman, icâbet etmesi gerektir.
Ebu Turâb en-Nahşâbî şöyle demiştir: 'Bana bir yemek takdim edildi (hiç bir mâni olmadığı halde) yemedim. Bunun üzerine on dört gün aç kaldım. Düşündüm ve bu cezânın sebepsiz yere reddettiğim dâvetten geldiğine kanâat getirdim'.
Mâruf-u Kerhî'ye 'Seni kim dâvet ederse hemen dâvete icâbet ediyorsun' denildiğinde, 'Ben misafirim, beni nereye oturturlarsa ben orada otururum' demiştir.
2. Dâvet edenin fakirliği ve rütbece yüksek olmaması, icâbete engel teşkil etmediği gibi, gidilecek mesafenin uzaklığı da engel teşkil etmemelidir. Normal olan her mesafenin icâbete engel olmaması gerekir. Bunun için Tevrat'ta veya semavî kitapların birinde şunlar vardır: 'Hastanın ziyareti için bir millik mesafeye; cenâze teşyii için iki mil; dâvete icabet etmek için üç mil ve Allah için bir arkadaşını ziyaret etmek için de dört mil yol gitmelisin'. Dâvete icâbet ile Allah için ziyaretin daha önemli tutulması, şu hikmetten dolayıdır: Bu iki husus da diriler hakkında yerine getirilmesi gereken hususlardır. Dirinin hakkına öncelik vermek, ölünün hakkına öncelik vermekten daha evlâdır.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Eğer Gamim denilen mevkide bulunan kürâ'a dâvet edilirsem, şüphesiz icabet ederim.52
Hadîste adı geçen Gamim Medine-i Münevvere'den birkaç mil uzaklıkta bulunan bir yerin adıdır. Hz. Peygamber Ramazan'da Medine'den çıkıp oraya vardığında, orucunu bozar ve her sefere çıkışında oraya vardığında namazını seferî olarak kılardı.53
3. Oruçludur diye davete icabetten kaçınmamalıdır. Aksine dâvete icabet etmesi gerekmektedir. Davete icabet edip hazır olduktan sonra, eğer orucunu bozmak arkadaşını sevindiriyorsa, orucunu hemen bozmalıdır. Orucunu bozup din kardeşine bahşettiği sevinçten elde ettiği sevap, nafile oruçtan elde ettiği sevaptan kat kat üstündür.
Bütün bu hükümler nafile oruç hakkındadır. (Farz oruçta ise böyle birşey sözkonusu değildir).
Eğer davet sahibinin kalbî sevinci kesinlikle sabit olmamışsa, onun zahirî sevincini tasdik ederek orucu bozmalıdır. Eğer kesinlikle dâvet sahibinin samimiyetine inanmayıp, ancak zorakî dâvet ettiğine karar verirse, o zaman orucunu bozmamak için bahaneler uydurup yemekten kaçınmalıdır. Orucunu özür olarak gösterip yemekten kaçınan bir kimse için Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir.
Kardeşin senin için zorluklara katlanmış ve yemek hazırlamıştır, sen de 'Ben oruçluyum' diyerek yemekten kaçınıyorsun.54
İbn Abbas şöyle der: 'Nâfile orucunu, arkadaşlarının kalbini hoş etmek için bozmak, iyiliklerin en faziletlilerindendir'.
Öyleyse bu niyetle nâfile orucu bozmak, bir ibâdettir. Güzel bir ahlâktır. Öyleyse böyle yapmanın sevabı, nâfile oruca devam etmenin sevabından daha üstündür. Eğer nâfile oruç tutan zat, orucunu bütün ısrarlara rağmen bozmazsa onun ziyafeti güzel koku sürmek, buhur yakmak ve tatlı konuşmaktır. Göze sürme çekme nin ve kokulu yağlarla yağlanmanın bir çeşit ziyafet olduğu da söylenmektedir. .
4. Yemekte şüphe varsa, yayılan sergiler helâlden değilse, davet yerinde ipekli sergiler serilmişse, gümüş kaplar kullanılıyorsa, dâvet yerinin duvar veya tavanlarında canlıların boy resimleri bulunuyorsa, dinen münker olan çalgılar çalınıyorsa, haram oyunlarla meşgul olunuyorsa, gıybet, yalan şahitlik, iftira, yalan ve benzeri şeyler yapılıyor ve dinletiliyorsa, böyle bir dâvete icabet etmekten şiddetle kaçınılmalıdır.
Bütün bu durumlar, icâbete mânî oldukları gibi, müstehab olmasını ortadan kaldırıp haram ve mekruh hâle getirir. Dâvet eden, zâlim, bid'atçı, fâsık, şerir veya gösteriş meraklısı bir zorba ise, böyle bir kimsenin dâvetine icabet etmemek gerekir.
5. Dâvete icabet etmenin gayesi, karın doyurmak olmamalıdır. Böyle bir durum, dünya için çalışıldığını gösterir. Aksine, âhiret için çalışmak niyetiyle icâbet edip,bunu ispatlamak için çalışmalıdır. Şöyle ki: Dâvete icabet etmekle Hz. Peygamber'in 'Eğer Kur'a bile davet edilsem icabet ederim sözüne uymaya niyet
etmelidir. Davete icâbet etmekle, Allah'a masiyetten korunmaya niyet etmelidir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Çağırana (eğer dinî mahzur yoksa) icâbet etmeyen muhak-kak Allah ve Rasûlü'ne isyân etmiştir.55
İcabet etmekle mü'min kardeşine ikrâm etmeyi niyet etmelidir. Böylece Hz. Peygamber'in yolunda yürümüş olur,
Nitekim Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Kim mü'min kardeşine ikramda bulunursa sanki o kimse Allah'a ikram etmiştir.56
Bir mü'mini sevindiren, muhakkak Allah'ı sevindirmiş olur.57
Bu hadîse uyarak davete icabet etmekle çağıranı sevindirmek gibi, davet edenin ziyaretine de niyet etmelidir ki, bu sayede Allah için sevişenlerden olsunlar; zira Allah için sevişmekte Hz. Peygamber karşılıklı ziyaret ve ikramı şart koşmuştur. Böylece bir taraftan ikrâm, diğer taraftan da ziyaret olmuş olur.
Bir kimsenin davete icabet etmemesi yüzünden kötü zanna kapılıp hakkında saçma sapan konuşulmasına meydan vermemelidir. Meselâ icabet etmemesinin, kibir, gurur, kötü ahlâk, müslü man kardeşlerini hakir görmek ve benzeri kötü ahlâklara hamledilmesine fırsat vermemelidir.
Konunun başından buraya kadar zikredilenlerin tümü altı husustur. Dâvete icabet etmesi sadece bunların birisiyle olsa bile, Allah'a yaklaştırıcı ibâdetlerden olur. Acaba hepsi bir arada olursa nasıl olur?
Selef-i sâlihînden biri şöyle demiştir: 'Her amelde, hatta ye-mekte ve içmekte bile benim bir niyetim olmasını sever ve isterim'. Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:
Ameller ancak niyet ile vardır. (veya kâmildirler). Her kişi niyet ettiğini elde eder. Bu bakımdan kimin hicreti (gidişi) Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne ise, o kimsenin hicreti Allah ve Rasûlü'nedir. Kimin hicreti elde etmek istediği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadına ise, onun kazancı da kas-dettiği hedeftir.58
Bu hadîsler, bu gibi hükümler hakkında vârid olmuştur.
Niyet ancak mübahlara ve ibadetlere tesir eder. Yasaklarda ise, niyetin zerre kadar müsbet bir tesiri olmaz. Bu bakımdan arkadaşlarını sevindirmek niyetiyle içki içirir veya başka bir haram hususunda yardımda bulunursa, bu niyet, kendisine zerre kadar fayda vermez ve bu hususta 'ameller ancak niyete bağlıdır' denilemez.
Dahası vardır: Eğer tâat ve ibâdetin tâ kendisi olan gaza ve muhârebe ile şöhret ve ganimeti kast ederse, kötü niyeti onu ibâdet olmaktan çıkarır. Hayırlar ile mübah da böyledir. Ancak iyi niyetle hayır sınıfına girer. Bu bakımdan niyet bu iki kısımda tesir eder. Üçüncü kısım (haram) da ise, hiçbir tesiri yoktur.
Dâvet Olunan Evde Bulunmanın Âdâbı
1- Davette hazır olmanın âdâbına gelince, eve girip baş tarafa geçmemeli ve yerlerin en iyisini işgal etmemeli, aksine tevâzu gösterip, alçak gönüllü davranmalıdır.
2- Geç gelmek suretiyle misafirleri bekletmemelidir.
3- Yemek hazırlanmadan önce ansızın gelmemelidir.
4- Hazır bulunanları, sıkıştırmak suretiyle rahatsız etmemelidir. Ev sahibi kendisine bir yer gösterir veya işaret ederse, ona muhalefet etmemesi lâzımdır. Çünkü ev sahibi kendi kafasında sofrada herkesin yerini tâyin ve tertip etmiş olabilir. Bu durumda ev sâhibine muhalefet etmek onun plânını altüst etmek demektir.
5- Eğer misafirlerden bazıları, kendisine ikrâm olsun diye baş tarafa oturmasını işaret ederlerse, tevâzu göstermesi gerekir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:
Meclisin en aşağısında oturmaya razı olmak, Allah rızası için tevâ zu gösterip alçak gönüllü olmak demektir.59
6- Kadınların bulunduğu hücre (oda) kapısına gerdikleri perdenin karşısında oturmamalıdır.
7- Yemeğin hazırlandığı yere çok bakmamalıdır; zira böyle yapması oburluğun işaretidir.
8- Oturduğu zaman, ancak, yakınında oturan kimsenin hâlini sorup ona selâm vermelidir.
Gece kalacak bir misafir geldiği zaman, ev sahibi misafire gelir gelmez şunları yapmalıdır:
a) Kıbleyi, b) Helâyı, c) Abdest alacak yeri göstermelidir. Çünkü İmam Mâlik misafiri bulunan İmam Şafiî'ye böyle yapmıştır.
İmam Mâlik (r.a) yemekten ve misafirlerden önce elini yıkayıp şöyle demiştir: 'Yemekten önce ev sahibinin el yıkaması daha uygundur. Çünkü o, misafirleri ikramına davet eder... Öyleyse herkesten önce el yıkama hakkına o sahiptir'.
Yemeğin sonunda ise herkesten daha sonra yıkamalıdır ki sonradan gelenleri beklemiş ve onlarla yemek yemiş olsun.
Kişi eve girerken dine muhalif bir münkeri gördüğünde, eğer kudreti varsa kaldırmalıdır. Aksi takdirde, diliyle o işin dine muhalif olduğunu söyleyip geri dönmelidir.
Dinen münker ve yasak olanlar şunlardır:
1- İpekli sergileri yaymak, 2- Altın ve gümüş kapları kullanmak, 3) Resimler asmak 4) Oyun âletlerini ve çalgılarını dinletmek, 5) Mecliste yüzü açık kadınların hazır bulunması vb..
İmam Ahmed (r.a) başı gümüş kaplamalı bir sürmedanlık görüldüğünde, meclisin terkedilmesi gerektiğini söylemiştir. Fakat İmam Ahmed, bir evde gümüşle yamalanmış bir kap bulursa, o evde oturmaya izin vermiştir. Eğer evde altın veya gümüş ile işlenmiş bir perde görürse, o evi terketmenin daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü sadece süs için yapılan perdede herhangi bir fayda olmadığı gibi, sıcak ve soğuğun giderilmesine ve herhangi bir şeyi örtmesine de yararlı değildir. İmam Ahmed 'Kâbenin örtülmesi gibi, evin duvarlarının ipekle örtülü olduğunun görüldüğünde yine de çıkmak ve orayı terketmek gere-kir' demiştir.
İmam Ahmed devamla şöyle demiştir: 'Müslüman bir kişi, içinde resim bulunan bir evi kiraladığı veya hamama girdiğinde bir sûret gördüğü zaman, o sûreti kazıması gerekir. Eğer kazı-maya gücü yetmezse orayı terketmesi lâzımdır'.
İmam Ahmed'in bu dediklerinin hepsi de doğrudur. Ancak ipek ve perde ile süslenen duvarlar hakkındaki görüşü hakkında düşünmek gerekir. Çünkü bu durum harama götürücü bir durum değildir. Zira ipek, sadece erkeklere haramdır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:
Bunların ikisi (altın ve ipek) ümmetimin erkeklerine haramdır. Kadınlarına ise helâldir.60
Duvara asılan ipekler ise, erkeklere nisbet edilemez. Eğer duvara asılan ipekler haram olsa, Kâbe'nin bu tarzda süslenmesi de yasak olurdu. Aksine, duvara ipek asılmasının mübah olması daha evlâdır.
De ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti kim haram etti?'
(A'raf/32)
Hele bu tip askı, kibir ve gurur için değil, ancak belli günlerde açılırsa o zaman haramdan daha da uzaklaşılmış olur. Her ne kadar erkeklerin asılan ipekliye bakıp zevklendikleri düşünülürse de, bu düşünce hükmü değiştirmez. Çünkü cariye ve kadınlar ipekliyi giydiklerinde erkeklerin onlara bakıp zevklenmesi haram değildir. Duvarlar da kadınlar gibidir. Çünkü, duvarların erkek vasfıyla ilgisi yoktur.
51) Tirmizî ve İbn Mâce
52) Daha Önce geçmişti.
53) Müslim
54) Beyhakî
55) Müslim ve Buhârî
56) İsfehânî
57) Buhârî
58) Buhârî ve Müslim
59) Harâitî ve Ebu Nuaym
60) Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce
1. Fakir zengin ayırımı yapılmamalıdır. Eğer fakirinkine değil de sadece zenginin davetine icabet edilirse, böyle bir hareket yasaklanmış olan kibir ve gurur sınıfına girer. Bu sır ve hikmete binâen, seleften bazı kimseler icabetin aslından vazgeçerek nedenini şöyle izah etmişlerdir: 'Çorbayı beklemek zillettir'. Başka biri 'Elimi başkasının çanağına uzattığım zaman, boynum ona karşı bükük ve zelil olur' demiştir.
Bir kısım mütekebbir vardır ki, zenginlerin dâvetine icabet edip fakirlerin davetine gitmekten imtina ederler! Bu hareket, sünnetin tam tersidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) köle ve fakir ayırmaksızın herkesin dâvetine icâbet etmiştir.51
Bir ara Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan (r.a) yolun kenarında oturup dilenen bir grubun yanından geçtiğinde kumlar üzerine yemeklerini serdiklerini gördü. Bu gruba katırının üstündeyken se-lâm verdi. Onlar bu selâma karşılık 'Ey Allah Rasûlü'nün torunu, yemeğimize buyurmaz mısınız?' dediler. Hz. Hasan 'Elbette gelirim; çünkü Allah Teâlâ kibir gösteren kimseleri sevmez' deyip katırından indi ve onlarla oturup birlikte yemek yedi. Yemek yedikten sonra tekrar katırına bindi ve 'Ben sizin dâvetinize icâbet ettim, o hâlde siz de benim dâvetime icâbet ediniz' dedi. Onlar da 'Hay hay, biz de senin dâvetinize icabet ederiz' dediler. Bunun üzerine onlara belli bir zaman tâyin etti. Onlar o zamanda çıkıp geldiler. Onlara yemeklerin en nefislerini takdim ederek, oturup kendileriyle birlikte yedi.
'Ben elimi kimin çanağına uzatırsam, ona karşı boynum bükük olur' şeklindeki hükme, 'Bu hüküm sünnete muhaliftir' diyenin kanâati yanlıştır. Zira davet eden, çağrılanın icâbet etmesine sevinmediği ve onun gelmesini kendisine bir minnet saymadığı takdirde, icâbet etmek, zillet olduğu gibi, çağrılanın boynunda da bu dâvet bir minnet olur.
Hz. Peygamber (s.a) davetlerin tümüne icâbet ederdi. Çünkü bilirdi ki, o davette hazır bulunmasından dolayı yemek sahibi büyük bir minnet yükünü kabul edip, teşriflerini kendisi için dünya ve âhiret azığı olarak görür. Bu nedenle bu durum, hâllerin değişmesiyle değişen bir durumdur. Şöyle ki: Şayet yedirmenin da-vet edene ağır geldiğini, ancak böbürlenmek ve zoraki bir durum için yedirdiğini bilirse, böyle bir davete icabet edilmesi sünnete uygun değildir. Aksine böyle bir dâvete icabet etmemesi için bahaneler uydurması daha uygun bir harekettir. Bundan dolayı seleften biri şöyle demiştir: 'Ancak senin kendinde olan rızkını yediğini ve sana ait olup onun yanında bulunan bir emaneti sana teslim ettiğini, o emanetini kabul ettiğin için de kendisine büyük bir iyilikte bulunduğunu gören ve bilenin yemeğini ye..'.
Sırrı es-Sakatî şöyle demiştir: 'O lokma için âh çekerim ki, onda Allah'a karşı bir mesuliyet olmadığı gibi, herhangi bir mahlûkun da onda minneti yoktur'.
Bu nedenle davete çağrılanın, dâvette herhangi bir minnetin olmadığını bildiği zaman, icâbet etmesi gerektir.
Ebu Turâb en-Nahşâbî şöyle demiştir: 'Bana bir yemek takdim edildi (hiç bir mâni olmadığı halde) yemedim. Bunun üzerine on dört gün aç kaldım. Düşündüm ve bu cezânın sebepsiz yere reddettiğim dâvetten geldiğine kanâat getirdim'.
Mâruf-u Kerhî'ye 'Seni kim dâvet ederse hemen dâvete icâbet ediyorsun' denildiğinde, 'Ben misafirim, beni nereye oturturlarsa ben orada otururum' demiştir.
2. Dâvet edenin fakirliği ve rütbece yüksek olmaması, icâbete engel teşkil etmediği gibi, gidilecek mesafenin uzaklığı da engel teşkil etmemelidir. Normal olan her mesafenin icâbete engel olmaması gerekir. Bunun için Tevrat'ta veya semavî kitapların birinde şunlar vardır: 'Hastanın ziyareti için bir millik mesafeye; cenâze teşyii için iki mil; dâvete icabet etmek için üç mil ve Allah için bir arkadaşını ziyaret etmek için de dört mil yol gitmelisin'. Dâvete icâbet ile Allah için ziyaretin daha önemli tutulması, şu hikmetten dolayıdır: Bu iki husus da diriler hakkında yerine getirilmesi gereken hususlardır. Dirinin hakkına öncelik vermek, ölünün hakkına öncelik vermekten daha evlâdır.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Eğer Gamim denilen mevkide bulunan kürâ'a dâvet edilirsem, şüphesiz icabet ederim.52
Hadîste adı geçen Gamim Medine-i Münevvere'den birkaç mil uzaklıkta bulunan bir yerin adıdır. Hz. Peygamber Ramazan'da Medine'den çıkıp oraya vardığında, orucunu bozar ve her sefere çıkışında oraya vardığında namazını seferî olarak kılardı.53
3. Oruçludur diye davete icabetten kaçınmamalıdır. Aksine dâvete icabet etmesi gerekmektedir. Davete icabet edip hazır olduktan sonra, eğer orucunu bozmak arkadaşını sevindiriyorsa, orucunu hemen bozmalıdır. Orucunu bozup din kardeşine bahşettiği sevinçten elde ettiği sevap, nafile oruçtan elde ettiği sevaptan kat kat üstündür.
Bütün bu hükümler nafile oruç hakkındadır. (Farz oruçta ise böyle birşey sözkonusu değildir).
Eğer davet sahibinin kalbî sevinci kesinlikle sabit olmamışsa, onun zahirî sevincini tasdik ederek orucu bozmalıdır. Eğer kesinlikle dâvet sahibinin samimiyetine inanmayıp, ancak zorakî dâvet ettiğine karar verirse, o zaman orucunu bozmamak için bahaneler uydurup yemekten kaçınmalıdır. Orucunu özür olarak gösterip yemekten kaçınan bir kimse için Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir.
Kardeşin senin için zorluklara katlanmış ve yemek hazırlamıştır, sen de 'Ben oruçluyum' diyerek yemekten kaçınıyorsun.54
İbn Abbas şöyle der: 'Nâfile orucunu, arkadaşlarının kalbini hoş etmek için bozmak, iyiliklerin en faziletlilerindendir'.
Öyleyse bu niyetle nâfile orucu bozmak, bir ibâdettir. Güzel bir ahlâktır. Öyleyse böyle yapmanın sevabı, nâfile oruca devam etmenin sevabından daha üstündür. Eğer nâfile oruç tutan zat, orucunu bütün ısrarlara rağmen bozmazsa onun ziyafeti güzel koku sürmek, buhur yakmak ve tatlı konuşmaktır. Göze sürme çekme nin ve kokulu yağlarla yağlanmanın bir çeşit ziyafet olduğu da söylenmektedir. .
4. Yemekte şüphe varsa, yayılan sergiler helâlden değilse, davet yerinde ipekli sergiler serilmişse, gümüş kaplar kullanılıyorsa, dâvet yerinin duvar veya tavanlarında canlıların boy resimleri bulunuyorsa, dinen münker olan çalgılar çalınıyorsa, haram oyunlarla meşgul olunuyorsa, gıybet, yalan şahitlik, iftira, yalan ve benzeri şeyler yapılıyor ve dinletiliyorsa, böyle bir dâvete icabet etmekten şiddetle kaçınılmalıdır.
Bütün bu durumlar, icâbete mânî oldukları gibi, müstehab olmasını ortadan kaldırıp haram ve mekruh hâle getirir. Dâvet eden, zâlim, bid'atçı, fâsık, şerir veya gösteriş meraklısı bir zorba ise, böyle bir kimsenin dâvetine icabet etmemek gerekir.
5. Dâvete icabet etmenin gayesi, karın doyurmak olmamalıdır. Böyle bir durum, dünya için çalışıldığını gösterir. Aksine, âhiret için çalışmak niyetiyle icâbet edip,bunu ispatlamak için çalışmalıdır. Şöyle ki: Dâvete icabet etmekle Hz. Peygamber'in 'Eğer Kur'a bile davet edilsem icabet ederim sözüne uymaya niyet
etmelidir. Davete icâbet etmekle, Allah'a masiyetten korunmaya niyet etmelidir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Çağırana (eğer dinî mahzur yoksa) icâbet etmeyen muhak-kak Allah ve Rasûlü'ne isyân etmiştir.55
İcabet etmekle mü'min kardeşine ikrâm etmeyi niyet etmelidir. Böylece Hz. Peygamber'in yolunda yürümüş olur,
Nitekim Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Kim mü'min kardeşine ikramda bulunursa sanki o kimse Allah'a ikram etmiştir.56
Bir mü'mini sevindiren, muhakkak Allah'ı sevindirmiş olur.57
Bu hadîse uyarak davete icabet etmekle çağıranı sevindirmek gibi, davet edenin ziyaretine de niyet etmelidir ki, bu sayede Allah için sevişenlerden olsunlar; zira Allah için sevişmekte Hz. Peygamber karşılıklı ziyaret ve ikramı şart koşmuştur. Böylece bir taraftan ikrâm, diğer taraftan da ziyaret olmuş olur.
Bir kimsenin davete icabet etmemesi yüzünden kötü zanna kapılıp hakkında saçma sapan konuşulmasına meydan vermemelidir. Meselâ icabet etmemesinin, kibir, gurur, kötü ahlâk, müslü man kardeşlerini hakir görmek ve benzeri kötü ahlâklara hamledilmesine fırsat vermemelidir.
Konunun başından buraya kadar zikredilenlerin tümü altı husustur. Dâvete icabet etmesi sadece bunların birisiyle olsa bile, Allah'a yaklaştırıcı ibâdetlerden olur. Acaba hepsi bir arada olursa nasıl olur?
Selef-i sâlihînden biri şöyle demiştir: 'Her amelde, hatta ye-mekte ve içmekte bile benim bir niyetim olmasını sever ve isterim'. Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:
Ameller ancak niyet ile vardır. (veya kâmildirler). Her kişi niyet ettiğini elde eder. Bu bakımdan kimin hicreti (gidişi) Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne ise, o kimsenin hicreti Allah ve Rasûlü'nedir. Kimin hicreti elde etmek istediği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadına ise, onun kazancı da kas-dettiği hedeftir.58
Bu hadîsler, bu gibi hükümler hakkında vârid olmuştur.
Niyet ancak mübahlara ve ibadetlere tesir eder. Yasaklarda ise, niyetin zerre kadar müsbet bir tesiri olmaz. Bu bakımdan arkadaşlarını sevindirmek niyetiyle içki içirir veya başka bir haram hususunda yardımda bulunursa, bu niyet, kendisine zerre kadar fayda vermez ve bu hususta 'ameller ancak niyete bağlıdır' denilemez.
Dahası vardır: Eğer tâat ve ibâdetin tâ kendisi olan gaza ve muhârebe ile şöhret ve ganimeti kast ederse, kötü niyeti onu ibâdet olmaktan çıkarır. Hayırlar ile mübah da böyledir. Ancak iyi niyetle hayır sınıfına girer. Bu bakımdan niyet bu iki kısımda tesir eder. Üçüncü kısım (haram) da ise, hiçbir tesiri yoktur.
Dâvet Olunan Evde Bulunmanın Âdâbı
1- Davette hazır olmanın âdâbına gelince, eve girip baş tarafa geçmemeli ve yerlerin en iyisini işgal etmemeli, aksine tevâzu gösterip, alçak gönüllü davranmalıdır.
2- Geç gelmek suretiyle misafirleri bekletmemelidir.
3- Yemek hazırlanmadan önce ansızın gelmemelidir.
4- Hazır bulunanları, sıkıştırmak suretiyle rahatsız etmemelidir. Ev sahibi kendisine bir yer gösterir veya işaret ederse, ona muhalefet etmemesi lâzımdır. Çünkü ev sahibi kendi kafasında sofrada herkesin yerini tâyin ve tertip etmiş olabilir. Bu durumda ev sâhibine muhalefet etmek onun plânını altüst etmek demektir.
5- Eğer misafirlerden bazıları, kendisine ikrâm olsun diye baş tarafa oturmasını işaret ederlerse, tevâzu göstermesi gerekir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:
Meclisin en aşağısında oturmaya razı olmak, Allah rızası için tevâ zu gösterip alçak gönüllü olmak demektir.59
6- Kadınların bulunduğu hücre (oda) kapısına gerdikleri perdenin karşısında oturmamalıdır.
7- Yemeğin hazırlandığı yere çok bakmamalıdır; zira böyle yapması oburluğun işaretidir.
8- Oturduğu zaman, ancak, yakınında oturan kimsenin hâlini sorup ona selâm vermelidir.
Gece kalacak bir misafir geldiği zaman, ev sahibi misafire gelir gelmez şunları yapmalıdır:
a) Kıbleyi, b) Helâyı, c) Abdest alacak yeri göstermelidir. Çünkü İmam Mâlik misafiri bulunan İmam Şafiî'ye böyle yapmıştır.
İmam Mâlik (r.a) yemekten ve misafirlerden önce elini yıkayıp şöyle demiştir: 'Yemekten önce ev sahibinin el yıkaması daha uygundur. Çünkü o, misafirleri ikramına davet eder... Öyleyse herkesten önce el yıkama hakkına o sahiptir'.
Yemeğin sonunda ise herkesten daha sonra yıkamalıdır ki sonradan gelenleri beklemiş ve onlarla yemek yemiş olsun.
Kişi eve girerken dine muhalif bir münkeri gördüğünde, eğer kudreti varsa kaldırmalıdır. Aksi takdirde, diliyle o işin dine muhalif olduğunu söyleyip geri dönmelidir.
Dinen münker ve yasak olanlar şunlardır:
1- İpekli sergileri yaymak, 2- Altın ve gümüş kapları kullanmak, 3) Resimler asmak 4) Oyun âletlerini ve çalgılarını dinletmek, 5) Mecliste yüzü açık kadınların hazır bulunması vb..
İmam Ahmed (r.a) başı gümüş kaplamalı bir sürmedanlık görüldüğünde, meclisin terkedilmesi gerektiğini söylemiştir. Fakat İmam Ahmed, bir evde gümüşle yamalanmış bir kap bulursa, o evde oturmaya izin vermiştir. Eğer evde altın veya gümüş ile işlenmiş bir perde görürse, o evi terketmenin daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü sadece süs için yapılan perdede herhangi bir fayda olmadığı gibi, sıcak ve soğuğun giderilmesine ve herhangi bir şeyi örtmesine de yararlı değildir. İmam Ahmed 'Kâbenin örtülmesi gibi, evin duvarlarının ipekle örtülü olduğunun görüldüğünde yine de çıkmak ve orayı terketmek gere-kir' demiştir.
İmam Ahmed devamla şöyle demiştir: 'Müslüman bir kişi, içinde resim bulunan bir evi kiraladığı veya hamama girdiğinde bir sûret gördüğü zaman, o sûreti kazıması gerekir. Eğer kazı-maya gücü yetmezse orayı terketmesi lâzımdır'.
İmam Ahmed'in bu dediklerinin hepsi de doğrudur. Ancak ipek ve perde ile süslenen duvarlar hakkındaki görüşü hakkında düşünmek gerekir. Çünkü bu durum harama götürücü bir durum değildir. Zira ipek, sadece erkeklere haramdır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:
Bunların ikisi (altın ve ipek) ümmetimin erkeklerine haramdır. Kadınlarına ise helâldir.60
Duvara asılan ipekler ise, erkeklere nisbet edilemez. Eğer duvara asılan ipekler haram olsa, Kâbe'nin bu tarzda süslenmesi de yasak olurdu. Aksine, duvara ipek asılmasının mübah olması daha evlâdır.
De ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti kim haram etti?'
(A'raf/32)
Hele bu tip askı, kibir ve gurur için değil, ancak belli günlerde açılırsa o zaman haramdan daha da uzaklaşılmış olur. Her ne kadar erkeklerin asılan ipekliye bakıp zevklendikleri düşünülürse de, bu düşünce hükmü değiştirmez. Çünkü cariye ve kadınlar ipekliyi giydiklerinde erkeklerin onlara bakıp zevklenmesi haram değildir. Duvarlar da kadınlar gibidir. Çünkü, duvarların erkek vasfıyla ilgisi yoktur.
51) Tirmizî ve İbn Mâce
52) Daha Önce geçmişti.
53) Müslim
54) Beyhakî
55) Müslim ve Buhârî
56) İsfehânî
57) Buhârî
58) Buhârî ve Müslim
59) Harâitî ve Ebu Nuaym
60) Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce
Yemek Adablari
- Davet ve Ziyafet Âdâbı
- Dâvete İcabet Etmenin Âdâbı
- Dâvetten Dönmenin Âdâbı
- Giriş
- Tek Başına Olsa Bile Yemek Yiyen Kimsenin Riayet Etmekle Mükellef Olduğu Hususlar
- Toplu Olarak Yemek Yemenin Zorunlu Kıldığı Hususlar
- Yemek Âdâbı
- Yemek Esnasındaki Âdâb
- Yemek Hakkındaki Birtakım Dinî ve Tıbbî Edepler
- Yemek Hazırlamanın Âdâbı
- Yemek İkram Etmenin Âdâbı
- Yemek İkram Etmenin Âdâbı
- Yemek Sonrası Âdâb