10.Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb
Evinin eşyası elinden çıktığında tevekkül sahiplerinin yapmaları gereken birtakım âdâb vardır:
Birincisi: Kapıyı kilitlemesidir. Fakat kapının kilitlenmesine rağmen komşularına 'Siz de benim eşyamı koruyun' demesi ve birçok kilitler getirip üst üste takması gibi korunma sebeplerinde de pek derine dalmamasıdır. Mâlik b. Dinar, kapısını kilitlemezdi. Fakat bir şeritle bağlar ve şöyle derdi: 'Eğer köpekler olmasaydı kapımı bağlamazdım'.
İkincisi: Hırsızları evine girmeye teşvik edecek bir eşyayı evde bırakmamalıdır ki onların günah işlemesine sebep olmasın veya o tahrik edici eşyanın evde bulunması, hırsızların isteklerinin kabarmasına vesile olmasın!
Muğire, Mâlik b. Dinar'a bir ibrik hediye ettiğinde Mâlik ona 'ibriğini geri götür! Ona ihtiyacım yoktur!' dedi. Muğire 'Neden' dedi. Mâlik 'Çünkü düşman bana hırsız onu çalar diye vesvese ve-riyor' dedi. Sanki Mâlik, hırsızı günah işlemekten ve çalınmasından ötürü şeytanın vesvesesiyle kalbini meşguliyetten kurtarmak istemiştir.
Ebu Süleyman dedi ki: 'Bu, sûfîlerin kalplerinin zâfiyetindendir! Bu şahıs dünyada zühd gösterdi. Artık dünyalığı alıp götürenden ona ne zarar dokunur?'
Üçüncüsü: Evde bırakmaya mecbur olduğu eşyaya bir hırsızı musallat kılarsa bu ilâhî hükme razı olarak şöyle demelidir: 'Hırsız neyi alırsa, ona helâl olsun! Veya Allah yolunda olsun. Eğer hırsız fakirse ona sadaka olsun!' Fakat fakirliği şart koşmaması daha evlâdır. Bu bakımdan eğer zengin veya fakir onu çalarsa iki niyeti olmalıdır. O niyetlerden biri, malını çalan adamı günahtan menedici olmasıdır; zira hırsız çoğu kez o malla zengin olur. Ondan sonra artık hırsızlıktan gevşer. Böylece onu helâl et-mekle haram yemenin günahından kurtarır.
İkincisi, başka bir müslümana zulmetmemesine niyet etmektir. Böylece malı başka bir müslümanın malına feda olur. Ne za-man ki malıyla başkasının malını korumayı niyet ederse veya hırsızdan günahını defetmeye veya günahını hafifletmeye niyet ederse müslümanlar için nasihatta bulunmuş olur ve Hz. Peygamber'in şu hadîsini nefsinde tatbik ve temsil eder:
Kardeşin ister zâlim, ister mazlum olsun ona yardımcı ol!30
Zâlime yardım etmek, onu zulümden menetmektir. Onun için yapmış olduğu zulmü affetmek, zulmü yoketmek ve onu menetmek olur. Kesinlikle bu niyetin hiçbir şekilde kendisine zarar vermediğine inanmalıdır. Zira bu niyette hırsızı herhangi bir mala saldırtınak ve ezelî kaderi bozmak diye birşey yoktur! Fakat zühdle niyeti tahakkuk eder. Eğer malı alınırsa, her dirhem karşılığı yediyüz dirhem kendisine verilir. Çünkü onu niyet ve kasd etmiştir. Eğer malı çalınmazsa yine ecri vardır.
Nitekim Hz. Peygamber'den azli terkedip nutfeyi (meniyi) merkezine yerleştiren bir kimse hakkında rivayet olunmuş ki bu cimada, doğup yaşayan ve Allah yolunda şehid olan bir erkek evladının ecri vardır. Her ne kadar evladı olmamış ise de yine böyledir. Çünkü kişi çocuğun olmasında sadece cima ile katkıda bulunmuş olur. Yaratma, hayat, rızık ve yaşatmak onun elinde değildir. Eğer evlat yaratılmış olsaydı, fiilinden ötürü baba sevab sahibi olurdu. Çünkü babanın fiili vardır. İşte hırsızlık da böyledir.
Dördüncüsü: Malının çalınmış olduğunu gördüğünde, üzülmemesi gerekir. Hatta elinden gelirse, sevinip şöyle demelidir: Eğer malımda hayır olmasaydı Allah onu almazdı. Sonra o malı Allah yoluna adamamış ise artık arkasına pek fazla düşüp müs-lümanlar hakkında su-i zanda bulunmamalıdır. Eğer Allah yoluna adamış ise, arkasına düşmeyi tamamen bırakmalıdır. Çünkü onu nefsi için bir zahîre olarak ahirete göndermiştir. Eğer o geri
gelse dahi, Allah yoluna adadıktan sonra, kabul etmemesi daha evlâdır. Eğer kabul ederse, ilmin zahirine göre o mal onun mülkü-dür. Çünkü şahsın mücerred niyetle mülkü zâil olmaz. Fakat bu mal tevekkül sahipleri nezdinde artık güzel değildir.
Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer'in devesi çalındı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra 'O Allah yoluna olsun!' dedi. Camiye girip iki rek'at namaz kılınca arkasından bir kişi gelip 'Ey Ebu Abdurrahman! Senin deven falan yerdedir!' dedi. Bunun üzerine ayakkabısını giyip kalktı. Sonra Estağfirullah deyip oturdu. Kendisine 'Gidip deveni getirmeyecek misin?' diye sorulunca 'Ben onu Allah yoluna adadım' dedi.
Meşâyihten biri şöyle demiştir: Öldükten sonra rüyada bir dostumu gördüm. 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye sorunca 'Beni affedip cennete dahil etti!' deyip cennetteki konaklarını bana arzetti, onları gözümle gördüm. Fakat buna rağmen o mahzundu. Kendisine 'Allah seni affedip cennete soktuğu halde sen hâlâ niçin mahzunsun?' diye sorunca, derinden bir iç çekerek dedi ki: 'Evet! Ben kıyamete kadar böyle mahzun kalacağım'. Ben 'Neden mahzun kalacaksın?' diye sordum. O 'Ben cennetteki konaklarımı gördüğümde bana İlliyyîndeki makamlar gösterildi. Gördüklerimin içinde onlar gibisi yoktu. Onlara sevindim. Onlara girmek istediğimde biri onların üstünden 'Onu bu konaklardan geri çevirin. Bu konaklar ancak yolu geçenler içindir' diye seslendi. Ben 'Yolun geçilmesi de ne imiş?' diye sorunca denildi ki: 'Sen dünyada birşey için 'Bu Allah yolundadır' diyor, sonra vazge-çiyordun. Eğer o yola devam etseydin biz de bu gün seni yolu geçmiş sayacaktık'.
Mekke'de bulunan âbidlerin biri beline kemer bağlı bulunan birinin yanında yatıyordu. Kişi uyanıp kemerinin kaybolduğunu görünce âbidin yakasına yapışıp 'kemerimi sen götürdün!' dedi. Âbid, kişiye 'Senin kemerinde ne kadar para vardı?' dedi. Kişi de ona parasının miktarını söyledi. Bunun üzerine, âbid, kişiyi evine götürüp ona o miktarı verdi ve bu olaydan sonra kemer sahibinin arkadaşları şaka ile kemeri aldıklarını söylediler, kişi arkadaşlarıyla beraber gelip altınları geri vermek istedi. Âbid, altınları kabul etmeyip 'Onlar helâli hoş olsun! Al, zira Allah için verdiğim bir malı geri alamam' diyerek almamakta ısrar etti. Bunlar alması için ısrar ederken oğlunu çağırıp o paraları keselere taksim etti. Bir kuruşu kalmayıncaya kadar fakirlere dağıttı. İşte selefin ahlâkı böyleydi. Böylece bir fakire vermek için bir ekmek alan, o fakiri bulmadıkça ekmeği evine geri götürmeyi kerih gördüğünden, başka bir fakire verirdi. Dirhem, dinar ve diğer sadakalarda da böyle yapardı.
Beşincisi: Bu, derecelerin en düşüğüdür o da malını almak suretiyle kendisine zulmeden hırsıza beddua etmemesidir. Eğer beddua ederse, tevekkülü bozulur. Bu durum onun malının çalınmasına üzüldüğünü gösterir. Böylece zâhidliği de bozulur. Eğer bu hususta mübalağa yaparsa, musibetinden dolayı aldığı manevî ecri de yok olur; zira hadîste vârid olmuştur ki kendisine zulmedene beddua eden bir kimse ona yardım etmiş olur.
Hikâye olunuyor ki; Rebî b. Haysem'in yirmi dinar kıymetinde bir atı çalındı. At kaçırıldığı zaman ayakta namaz kılıyordu. Namazını yarıda bırakmadı ve onun arkasına düşmek için tınmadı. Bir grup insan gelerek kendisini teselli etmeye çalışınca onlara dedi ki: 'Ben atın yularını çözerken onu gördüm!' Kendisine 'O halde, onu menetmekten seni alıkoyan neydi?' denilince, cevap olarak 'Ben, attan bana daha sevimli gelen bir ibadet içindeydim!' dedi. Bu sefer gelenler hırsıza beddua etmeye başladılar. Rebî 'Hayır! Bunu yapmayın! Hayırlı şeyler söyleyin! Çünkü ben o atı kendisine sadaka kılmışımdır' dedi.
Çalınan bir eşyası hakkında seleften bir zata denildi ki;
- Neden sana zulmedene beddua etmiyorsun?
- Onu? aleyhinde şeytana yardımcı olmak istemiyorum.
- Acaba sana geri verirse ne yaparsın?
- Ne alır, ne de bakarım. Çünkü ben onu ona helâl ettim.
Bir başkasına denildi:
- Sana zulmedene beddua et!
- Bana hiç kimse zulmetmedi! Bana zulmeden ancak kendisine zulmetmiştir. O miskine nefsine zulmetmek yetmez mi? Bir de ona beddua edip de onun şerrine biraz daha mı ilave edeyim?
Bir kimse seleften birinin yanında, zulmettiğinden dolayı Haccac-ı Zâlim'e fazlasıyla küfretti. O mazlum selef, küfürbaza dedi ki: 'Haccac'a pek fazla küfretme! Haccac kimin malını almış, kanını akıtmış ise, bundan dolayı Allah ondan nasıl intikam ala-caksa, Haccac'ın haysiyet ve şerefini pay ü mal edenlerden de Haccac'ın hakkını alacaktır'.
Kul kendisine bir zulüm yapıldığında zulüm yapana küfrederse zulmünden fazla olan küfründen ötürü zâlim kendisinden hak talep eder ve zâlimin hakkı o mazlumdan alınır.
Altıncısı: Hırsızın azaba uğrayacağına üzülmesidir. Kendisini zâlim kılmayıp mazlum kıldığından dolayı Allah'a şükretmesidir. Dininde değil de dünyasında bir eksiklik yaptığından dolayı Allah'a hamdetmesidir.
Biri bir âlime, 'yolum kesildi, malım alındı' diye şikayette bulundu. Alim, cevap olarak dedi ki: 'Eğer müslümanların içerisinde bunu helâl görenlerin olmasından üzülmen, malının alınışından dolayı olan üzüntüden daha fazla değilse, sen müslümanlar için nasihat yapmış sayılmazsın.
Ali b. Fudayl b. İyaz'ın31 Kâbe'yi ziyaret ettiği bir anda altınları çalındı. Ağlayıp üzüldüğünü gören babası kendisine Tara için mi ağlıyorsun?' dedi. Ali 'Hayır! Allah'a kasem ederim ki para için ağlamıyorum. Fakat bu miskin hırsız için ağlıyorum ki kıyamet gününde hesaba çekilecek fakat elinde hiçbir delil yok!' dedi
Bir zâta 'Sana zulmedene beddua et!' denildiğinde 'Ona beddua etmekten beni onun için üzülmek alıkoymaktadır!' dedi. İşte bun-lar selefin ahlâkı idi. Allah onların hepsinden razı olsun!
Dördüncü Durum
Dördüncü durum, hastayı ve benzerlerini tedavi etmek gibi, zararın izalesine çalışmak hakkındadır.
Hastalığı izale eden sebepler de susuzluğun zararını ortadan kaldıran su, açlığın zararını izale eden ekmek gibi kesin, kan aldırmak, müshil ilacı içmek ve tıbbın zahirî sebepleri olan hararetle soğukluğu, soğuklukla da harareti tedavi etmek gibi kesin olmayan, dağlamak ve muska yapmak gibi mevhum kısımlara bölünür. Açlığı ve susuzluğu gideren ekmek ve su gibi kesin olana gelince, bunları terketmek tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu varsa onları terketmek haramdır. Mevhum olanı terketmek tevekküldendir; zira Hz. Peygamber (s.a) tevekkül sahiplerini onu terketmekle vasıflandırmıştır. Mevhumun en kuvvetlisi dağlama yapmaktır. Mertebe bakımından bunu muska takip eder. Fal bakmak da o derecelerin en sonuncusudur. Mevhumlara güvenmek, sebeplerin mülâhazasında gayet derine inmektir. Ortanca dereceye gelince o, doktorlar nezdinde zahirî sebeplerle tedavi olmak gibi kesin olmayan şeylerdir. Bunu yapmak tevekküle zıt değildir. Fakat mevhum tevekküle zıttır. Kesin olmayan tedaviyi terketmek mahzurlu değildir, fakat kesin olan şeyleri terketmek mahzurludur. Bilakis maznunu terketmek bazı durumlarda ve bazı şahıslar hakkında, terketmemekten daha üstündür. Bu bakımdan bu, mevhum ile kesin olanların dereceleri arasında bir derecedir. Hz. Peygamber'in tedaviyi emretmesi, tedavi olmanın tevekküle zıt olmadığına delâlet eder.
Hz. Peygamberin bu husustaki hadîsleri şunlardır:
Hiçbir hastalık yoktur ki onun devası olmasın. Onu tanıyan tanımıştır, onu tanımayan tanımamıştır; ancak ölüm müstesna!32
Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun! Muhakkak ki Allah Teâlâ hem hastalığı, hem de şifayı yaratmıştır.33
Hz. Peygamber'den 'İlâç ile muska Allah'ın kaderinden birşeyi geri çevirebilir mi?' diye sorulunca şöyle buyurmuştur: 'O da Allah'ın kaderindendir'.
Ben meleklerden bir grubun yanından geçerken Ümmetine emret! Hacamatla tedavi olsunlar' dediler.34
Ayın on yedisinde, on dokuzunda ve yirmi birinde hacamat yapın! Sakın kan sizi boğup da öldürmesin.35
İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber kanın yoğunlaşmasını pıhtılaşmasını ölüm sebebi olarak zikretmiştir ve Allah'ın izniyle kanın ölüm sebebi olduğunu şu sözüyle belirtmiştir: 'Kanın çıkarılması ölümden kurtulmaktır'. Zira öldürücü kanı derinin altından çıkarmak ile akrebi elbisenin altından ve yılanı evden çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur, Pıhtılaşan kanı olduğu gibi bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Böyle yapmak, ateşi söndürmek ve eve zararını defetmek için su serpmek gibidir. Vekilin sünnetinden (yolundan) çıkmanın tevekkülle alâkası yoktur. Maktu bir haberde şöyle vârid olmuştur: 'Kim ayın onyedinci ve salı günü hacamat olursa, bu hacamat onun için bir senelik hastalığın devası olur'.36
Hz. Peygamber birçok sahabîye, tedaviyi ve hastalıklardan korunmayı emretmiştir.37
Sa'd b. Muaz damarından kan aldırdı.38 Sa'd b. Zürare yarasını dağlattı. Hz. Ali'nin (r.a) gözleri ağrıdığı zaman Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yaş hurmadan yeme! Bundan ye! Çünkü bu, senin için daha elverişlidir!39
Hadîsde bundan sözüyle kasdedilen şey, arpa unuyla pişirilmiş şekerpareydi.
Hz. Peygamber gözleri ağrıdığı halde hurma yiyen Suheyb'i görünce 'Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?' dedi. Bunun üzerine Suheyb 'Acımayan tarafla yiyorum!' deyince Hz. Peygamber tebessüm etti.40
Hz. Peygamberin fiiline gelince, ehl-i beyt yoluyla gelen bir hadîste rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber 'Her gece gözüne sürme çeker ve her ay hacamat yaptırırdı. Her sene ilâç içerdi'.41
İçtiği ilâcın sinameki olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber (s.a) birçok defa akrebin ve başka hayvanların ısırmasından tedavi görmüştür.42
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber'e her vahiy indiğinde başı ağrırdı. Bunun üzerine başını kınalardı. Bir haberde şöyle vârid olmuştu: 'Hz. Peygamber bedeninde bir çıban çıktığında ona kına sürerdi. Bir de bedeninde çıkan bir çıbana toprak sürdü'.43
Hz. Peygamber'in tedavisi ve tedaviyi emretmesi hakkında rivayet edilen hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.
Bu hususta bir kitap telif edilmiş ve ona Tıbb-ı Nebî44adı verilmiştir.
Âlimlerin biri İsrailiyat'ta Hz. Musa'nın bir hastalığa giriftar olduğunu, İsrailoğulları'nın onun huzuruna gelerek hastalığını teşhis ettiklerini, ona 'Filan ilâcı kullansaydın şifa bulurdun' dediklerini, onun da 'O (Allah) beni ilâçsız şifaya kavuşturuncaya kadar tedavi olmayacağım' diye ısrar ettiğini, hastalığı uzayınca yine İsrailoğulları'nın Musa'ya 'Bu hastalığın ilâcı belli ve denenmiştir. Biz onunla tedavi olup şifa buluruz' dediklerini, onun da 'Ben tedavi olmam' diye ısrar ettiğini, hastalığın da devam ettiğini ve bunun üzerine Allah Teâlâ'nın kendisine 'İzzet ve celâ-lime yemin olsun! Sen onların sana söyledikleri ilâçla tedavi olmadıkça sana şifa vermeyeceğim' şeklinde vahiy gönderdiğini, bunun üzerine Musa'nın (a.s) onlara 'Söylediklerinizle beni tedavi ediniz!' dediğini ve tedavi olup şifa bulduğunu, bundan dolayı nefsinde birşeyler hissettiğini, Allah Teâlâ'nm ona 'Bana tevekkül etmenle hikmetimi iptal etmek istedin! Acaba ilâçlar içerisine fayda koyan benden başka kimdir?' dediğim nakletmektedir.
Peygamberlerden biri bir hastalıktan şikayet etti. Allah Teâlâ ona vahiy göndererek 'Yumurta ye!' dedi. Başka bir peygamber de bünyesinin zâfiyetinden şikayette bulundu. Allah Teâlâ kendisine 'Süt ile et ye! Muhakkak onların ikisinde kuvvet vardır' diye vahiy gönderdi. Bu hadîsin tefsirinde 'Bu zâfiyet cinsî zafiyet idi!' diye kayıt düşülmüştür. Rivayet edildi ki: Bir kavim, peygamberlerine, evlatlarının çirkin olduğundan şikayet ettiler. Allah Teâlâ o peygambere 'Gebe kadınlarına ayva yedirmelerini emret! Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir' diye ilham etti. Kadın bunu gebeliğin üçüncü ve dördüncü aylarında yapar. Çünkü bu aylarda, Allah Teâlâ, çocuğu suretlendirir. Selef, gebe kadınlara ayva, lohusalara da yaş hurma yedirirdi.
Anlaşıldı ki sebeplerin müsebbibi, hikmetini belirtmek için müsebbebleri sebeplere bağlamak suretiyle sünnetini icra etmektedir. İlâçlar Allah'ın hükmüyle diğer sebepler gibi müsahhar sebeplerdir. Nitekim ekmeğin açlığın, suyun susuzluğun ilâcı olduğu gibi, Sekencebin safranın, Sakmuniye ise ishalin ilâcıdır. Bu özellik, ancak iki durumun birinde ilâçtan ayrılır: O durum-lardan biri; açlığın ve susuzluğun, su ve ekmek ile tedavisi açık bir gerçektir. Bütün insanlar bunu idrâk ederler. Fakat safra hastalığının sekencebin denilen ilâçla tedavisi, ancak uzmanlar tarafından bilinir. Bu bakımdan onu, denemek suretiyle bilen bir kimse için ilaç, birincisine iltihak eder. O ikincisi, müshildir. Sekencebin ise, iç âlemde bulunan birtakım şartlara vakıf olmakla ve mizaçta bulunan birçok sebeplerle teskin eder. Çoğu kez o şartlardan bazısı olmaz. Böylece ilâç ishal etme özelliğini kaybeder. Susuzluğun giderilmesi ise sudan başka şartlar istemez. Bazı zamanlar suyu fazlasıyla içmesine rağmen susuzluğun devamını gerektiren birtakım durumlar meydana gelir. Fakat bu durum, pek nadirdir. Sebeplerin karışması daima bu iki şeye inhisar eder. Aksi takdirde eğer sebebin şartları tamamsa müsebbeb, şüphesiz, sebebin arkasından tahakkuk eder. Bütün bunlar da sebeplerin müsebbibi, teshircisi ve tertipçisi olan Allah'ın tedbiriyle, hikmeti. nin hükmü, kudretinin kemâliyle meydana gelir. Bu bakımdan doktora ve ilâca güvenmeksizin, sadece sebeplerin müsebbibine güvenerek bu ilâçları kullanmak, tevekkül sahibi bir kimseye zarar vermez.
Hz. Musa'nın şöyle dediği rivayet ediliyor:
- Yârab! Hastalık ve deva kimdendir?
- Bendendir.
- O halde doktorlar ne yapabilirler?
- Rızıklarını yerler. Benim şifam veya hükmüm gelinceye ka-
dar kullarımı hoşnut ederler.
Durum bu ise tedavi ile beraber tevekkülün mânâsı, faydalıyı celb, zararı defeden işlerde olduğu gibi, ilim ve hâl ile tevekküldür. Tedaviyi terketmek, tevekkülde şart değildir.
Soru: Dağlamak da faydası açık olan sebeplerdendir!
Cevap: Öyle değildir! Zira kan aldırmak, hacamat yapmak, müshil içmek, şeker hastası olan bir kimse için soğutucu ilâçları almak gibi sebepler ancak zahirî sebeplerdir. Dağlamak ise, eğer görünmek hususunda bunlar gibi olsaydı, birçok memleketlerde tatbik edilirdi. Oysa birçok memlekette dağlama âdeti pek azdır. Dağlama bir kısım bedevî Türkler ile bedevî Arapların âdetidir. Bu bakımdan dağlama da muska gibi mevhum sebeplerdendir.Ancak dağlama muskadan şu hususta ayrılır: O, hiç ihtiyaç olmadığı halde ateşle yakmaktır! Zira dağlama ile tedavi edilen hastalığın dağlamanın yerine geçecek bir devası vardır ki o tedavide yakmak yoktur. Bu bakımdan ateşle yakmak bünyeyi tahrip eden bir ya-radır. Onun yerine geçecek bir ilâç varsa dağlamanın kötü tesiri mahzurludur. Ama kan aldırmak, hacamat yapmak böyle değildir. Onların kötü tesiri pek yoktur. Onların yerine başka bir tedavi yapmaya gerek yoktur.
Hz. Peygamber (s.a) ikisi de tevekkülden uzak olduğu halde, muskayı değil de dağlamayı yasaklamıştır. Rivayet ediliyor ki İmran b, Huseyn hasta olduğunda kendisine 'dağlan' dedilerse de bunu yapmadı. Etrafı durmadan ısrar etti. Öyle ki yakasını kurtaramadı ve acıyan yeri dağladı. O bilahare derdi ki: 'Ben bir nûr görüyor ve bir ses işitiyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağlandığımdan bu yana bu durum benden kesildi. Yine şöyle demiştir: 'Biz birkaç dağı bedenimize vurduk. Allah'a yemin ederim iflâh olmadık, iyileşmedik'. Sonra tevbe edince Allah ona eski hâlini meleklerle olan münasebetini geri verdi.
Mutarrıf b. Abdillah dedi ki: 'Allah Teâlâ'nın daha önce, bana ikram olarak ihsan buyurduğu melekleri bana tekrar geri gönderdiğini görmez misin?'
Oysa o bu hâdiseden önce Mutarrıf a meleklerin kaybolduğunu haber vermişti. Durum bu olduğunda dağlamak ve onun yerine geçen başka ameliyeler tevekkül sahibi bir kimseye uygun olmayan ameliyelerdir; zira tevekkül sahibi bir kimse bunları yapmak için bir tedbire başvurmak mecburiyetinde kalır. Sonra bunun şifa vermesi de şüphelidir. Bu ise sebepleri fazla gözettiğine ve sebepler hususunda fazla derine daldığına delâlet eder! Allah daha iyisini bilir.
30) İmam Ahmed
31) Babası gibi zâhid bir zâttı.
32) İmam İmam Ahmed, Taberânî
33) Tirmizî, İbn Mâce
34) Tirmizî, İbn Mâce
35) Tirmizî
36) Taberânî
37) Tirmizî, İbn Mâce
38) Müslim
39) Taberânî
40) Ebu Dâvud, Tirmizî
41) Daha önce geçmişti.
42) îbnAdîy
43) Müslim ve Buhârî
44) Bu adla iki meşhur kitap vardır: Biri Hafız Ebu Bekr b. Semî'nin, diğeri
ise Hafız Ebu Nuaym el-İsfehanî'nindir.
Birincisi: Kapıyı kilitlemesidir. Fakat kapının kilitlenmesine rağmen komşularına 'Siz de benim eşyamı koruyun' demesi ve birçok kilitler getirip üst üste takması gibi korunma sebeplerinde de pek derine dalmamasıdır. Mâlik b. Dinar, kapısını kilitlemezdi. Fakat bir şeritle bağlar ve şöyle derdi: 'Eğer köpekler olmasaydı kapımı bağlamazdım'.
İkincisi: Hırsızları evine girmeye teşvik edecek bir eşyayı evde bırakmamalıdır ki onların günah işlemesine sebep olmasın veya o tahrik edici eşyanın evde bulunması, hırsızların isteklerinin kabarmasına vesile olmasın!
Muğire, Mâlik b. Dinar'a bir ibrik hediye ettiğinde Mâlik ona 'ibriğini geri götür! Ona ihtiyacım yoktur!' dedi. Muğire 'Neden' dedi. Mâlik 'Çünkü düşman bana hırsız onu çalar diye vesvese ve-riyor' dedi. Sanki Mâlik, hırsızı günah işlemekten ve çalınmasından ötürü şeytanın vesvesesiyle kalbini meşguliyetten kurtarmak istemiştir.
Ebu Süleyman dedi ki: 'Bu, sûfîlerin kalplerinin zâfiyetindendir! Bu şahıs dünyada zühd gösterdi. Artık dünyalığı alıp götürenden ona ne zarar dokunur?'
Üçüncüsü: Evde bırakmaya mecbur olduğu eşyaya bir hırsızı musallat kılarsa bu ilâhî hükme razı olarak şöyle demelidir: 'Hırsız neyi alırsa, ona helâl olsun! Veya Allah yolunda olsun. Eğer hırsız fakirse ona sadaka olsun!' Fakat fakirliği şart koşmaması daha evlâdır. Bu bakımdan eğer zengin veya fakir onu çalarsa iki niyeti olmalıdır. O niyetlerden biri, malını çalan adamı günahtan menedici olmasıdır; zira hırsız çoğu kez o malla zengin olur. Ondan sonra artık hırsızlıktan gevşer. Böylece onu helâl et-mekle haram yemenin günahından kurtarır.
İkincisi, başka bir müslümana zulmetmemesine niyet etmektir. Böylece malı başka bir müslümanın malına feda olur. Ne za-man ki malıyla başkasının malını korumayı niyet ederse veya hırsızdan günahını defetmeye veya günahını hafifletmeye niyet ederse müslümanlar için nasihatta bulunmuş olur ve Hz. Peygamber'in şu hadîsini nefsinde tatbik ve temsil eder:
Kardeşin ister zâlim, ister mazlum olsun ona yardımcı ol!30
Zâlime yardım etmek, onu zulümden menetmektir. Onun için yapmış olduğu zulmü affetmek, zulmü yoketmek ve onu menetmek olur. Kesinlikle bu niyetin hiçbir şekilde kendisine zarar vermediğine inanmalıdır. Zira bu niyette hırsızı herhangi bir mala saldırtınak ve ezelî kaderi bozmak diye birşey yoktur! Fakat zühdle niyeti tahakkuk eder. Eğer malı alınırsa, her dirhem karşılığı yediyüz dirhem kendisine verilir. Çünkü onu niyet ve kasd etmiştir. Eğer malı çalınmazsa yine ecri vardır.
Nitekim Hz. Peygamber'den azli terkedip nutfeyi (meniyi) merkezine yerleştiren bir kimse hakkında rivayet olunmuş ki bu cimada, doğup yaşayan ve Allah yolunda şehid olan bir erkek evladının ecri vardır. Her ne kadar evladı olmamış ise de yine böyledir. Çünkü kişi çocuğun olmasında sadece cima ile katkıda bulunmuş olur. Yaratma, hayat, rızık ve yaşatmak onun elinde değildir. Eğer evlat yaratılmış olsaydı, fiilinden ötürü baba sevab sahibi olurdu. Çünkü babanın fiili vardır. İşte hırsızlık da böyledir.
Dördüncüsü: Malının çalınmış olduğunu gördüğünde, üzülmemesi gerekir. Hatta elinden gelirse, sevinip şöyle demelidir: Eğer malımda hayır olmasaydı Allah onu almazdı. Sonra o malı Allah yoluna adamamış ise artık arkasına pek fazla düşüp müs-lümanlar hakkında su-i zanda bulunmamalıdır. Eğer Allah yoluna adamış ise, arkasına düşmeyi tamamen bırakmalıdır. Çünkü onu nefsi için bir zahîre olarak ahirete göndermiştir. Eğer o geri
gelse dahi, Allah yoluna adadıktan sonra, kabul etmemesi daha evlâdır. Eğer kabul ederse, ilmin zahirine göre o mal onun mülkü-dür. Çünkü şahsın mücerred niyetle mülkü zâil olmaz. Fakat bu mal tevekkül sahipleri nezdinde artık güzel değildir.
Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer'in devesi çalındı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra 'O Allah yoluna olsun!' dedi. Camiye girip iki rek'at namaz kılınca arkasından bir kişi gelip 'Ey Ebu Abdurrahman! Senin deven falan yerdedir!' dedi. Bunun üzerine ayakkabısını giyip kalktı. Sonra Estağfirullah deyip oturdu. Kendisine 'Gidip deveni getirmeyecek misin?' diye sorulunca 'Ben onu Allah yoluna adadım' dedi.
Meşâyihten biri şöyle demiştir: Öldükten sonra rüyada bir dostumu gördüm. 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' diye sorunca 'Beni affedip cennete dahil etti!' deyip cennetteki konaklarını bana arzetti, onları gözümle gördüm. Fakat buna rağmen o mahzundu. Kendisine 'Allah seni affedip cennete soktuğu halde sen hâlâ niçin mahzunsun?' diye sorunca, derinden bir iç çekerek dedi ki: 'Evet! Ben kıyamete kadar böyle mahzun kalacağım'. Ben 'Neden mahzun kalacaksın?' diye sordum. O 'Ben cennetteki konaklarımı gördüğümde bana İlliyyîndeki makamlar gösterildi. Gördüklerimin içinde onlar gibisi yoktu. Onlara sevindim. Onlara girmek istediğimde biri onların üstünden 'Onu bu konaklardan geri çevirin. Bu konaklar ancak yolu geçenler içindir' diye seslendi. Ben 'Yolun geçilmesi de ne imiş?' diye sorunca denildi ki: 'Sen dünyada birşey için 'Bu Allah yolundadır' diyor, sonra vazge-çiyordun. Eğer o yola devam etseydin biz de bu gün seni yolu geçmiş sayacaktık'.
Mekke'de bulunan âbidlerin biri beline kemer bağlı bulunan birinin yanında yatıyordu. Kişi uyanıp kemerinin kaybolduğunu görünce âbidin yakasına yapışıp 'kemerimi sen götürdün!' dedi. Âbid, kişiye 'Senin kemerinde ne kadar para vardı?' dedi. Kişi de ona parasının miktarını söyledi. Bunun üzerine, âbid, kişiyi evine götürüp ona o miktarı verdi ve bu olaydan sonra kemer sahibinin arkadaşları şaka ile kemeri aldıklarını söylediler, kişi arkadaşlarıyla beraber gelip altınları geri vermek istedi. Âbid, altınları kabul etmeyip 'Onlar helâli hoş olsun! Al, zira Allah için verdiğim bir malı geri alamam' diyerek almamakta ısrar etti. Bunlar alması için ısrar ederken oğlunu çağırıp o paraları keselere taksim etti. Bir kuruşu kalmayıncaya kadar fakirlere dağıttı. İşte selefin ahlâkı böyleydi. Böylece bir fakire vermek için bir ekmek alan, o fakiri bulmadıkça ekmeği evine geri götürmeyi kerih gördüğünden, başka bir fakire verirdi. Dirhem, dinar ve diğer sadakalarda da böyle yapardı.
Beşincisi: Bu, derecelerin en düşüğüdür o da malını almak suretiyle kendisine zulmeden hırsıza beddua etmemesidir. Eğer beddua ederse, tevekkülü bozulur. Bu durum onun malının çalınmasına üzüldüğünü gösterir. Böylece zâhidliği de bozulur. Eğer bu hususta mübalağa yaparsa, musibetinden dolayı aldığı manevî ecri de yok olur; zira hadîste vârid olmuştur ki kendisine zulmedene beddua eden bir kimse ona yardım etmiş olur.
Hikâye olunuyor ki; Rebî b. Haysem'in yirmi dinar kıymetinde bir atı çalındı. At kaçırıldığı zaman ayakta namaz kılıyordu. Namazını yarıda bırakmadı ve onun arkasına düşmek için tınmadı. Bir grup insan gelerek kendisini teselli etmeye çalışınca onlara dedi ki: 'Ben atın yularını çözerken onu gördüm!' Kendisine 'O halde, onu menetmekten seni alıkoyan neydi?' denilince, cevap olarak 'Ben, attan bana daha sevimli gelen bir ibadet içindeydim!' dedi. Bu sefer gelenler hırsıza beddua etmeye başladılar. Rebî 'Hayır! Bunu yapmayın! Hayırlı şeyler söyleyin! Çünkü ben o atı kendisine sadaka kılmışımdır' dedi.
Çalınan bir eşyası hakkında seleften bir zata denildi ki;
- Neden sana zulmedene beddua etmiyorsun?
- Onu? aleyhinde şeytana yardımcı olmak istemiyorum.
- Acaba sana geri verirse ne yaparsın?
- Ne alır, ne de bakarım. Çünkü ben onu ona helâl ettim.
Bir başkasına denildi:
- Sana zulmedene beddua et!
- Bana hiç kimse zulmetmedi! Bana zulmeden ancak kendisine zulmetmiştir. O miskine nefsine zulmetmek yetmez mi? Bir de ona beddua edip de onun şerrine biraz daha mı ilave edeyim?
Bir kimse seleften birinin yanında, zulmettiğinden dolayı Haccac-ı Zâlim'e fazlasıyla küfretti. O mazlum selef, küfürbaza dedi ki: 'Haccac'a pek fazla küfretme! Haccac kimin malını almış, kanını akıtmış ise, bundan dolayı Allah ondan nasıl intikam ala-caksa, Haccac'ın haysiyet ve şerefini pay ü mal edenlerden de Haccac'ın hakkını alacaktır'.
Kul kendisine bir zulüm yapıldığında zulüm yapana küfrederse zulmünden fazla olan küfründen ötürü zâlim kendisinden hak talep eder ve zâlimin hakkı o mazlumdan alınır.
Altıncısı: Hırsızın azaba uğrayacağına üzülmesidir. Kendisini zâlim kılmayıp mazlum kıldığından dolayı Allah'a şükretmesidir. Dininde değil de dünyasında bir eksiklik yaptığından dolayı Allah'a hamdetmesidir.
Biri bir âlime, 'yolum kesildi, malım alındı' diye şikayette bulundu. Alim, cevap olarak dedi ki: 'Eğer müslümanların içerisinde bunu helâl görenlerin olmasından üzülmen, malının alınışından dolayı olan üzüntüden daha fazla değilse, sen müslümanlar için nasihat yapmış sayılmazsın.
Ali b. Fudayl b. İyaz'ın31 Kâbe'yi ziyaret ettiği bir anda altınları çalındı. Ağlayıp üzüldüğünü gören babası kendisine Tara için mi ağlıyorsun?' dedi. Ali 'Hayır! Allah'a kasem ederim ki para için ağlamıyorum. Fakat bu miskin hırsız için ağlıyorum ki kıyamet gününde hesaba çekilecek fakat elinde hiçbir delil yok!' dedi
Bir zâta 'Sana zulmedene beddua et!' denildiğinde 'Ona beddua etmekten beni onun için üzülmek alıkoymaktadır!' dedi. İşte bun-lar selefin ahlâkı idi. Allah onların hepsinden razı olsun!
Dördüncü Durum
Dördüncü durum, hastayı ve benzerlerini tedavi etmek gibi, zararın izalesine çalışmak hakkındadır.
Hastalığı izale eden sebepler de susuzluğun zararını ortadan kaldıran su, açlığın zararını izale eden ekmek gibi kesin, kan aldırmak, müshil ilacı içmek ve tıbbın zahirî sebepleri olan hararetle soğukluğu, soğuklukla da harareti tedavi etmek gibi kesin olmayan, dağlamak ve muska yapmak gibi mevhum kısımlara bölünür. Açlığı ve susuzluğu gideren ekmek ve su gibi kesin olana gelince, bunları terketmek tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu varsa onları terketmek haramdır. Mevhum olanı terketmek tevekküldendir; zira Hz. Peygamber (s.a) tevekkül sahiplerini onu terketmekle vasıflandırmıştır. Mevhumun en kuvvetlisi dağlama yapmaktır. Mertebe bakımından bunu muska takip eder. Fal bakmak da o derecelerin en sonuncusudur. Mevhumlara güvenmek, sebeplerin mülâhazasında gayet derine inmektir. Ortanca dereceye gelince o, doktorlar nezdinde zahirî sebeplerle tedavi olmak gibi kesin olmayan şeylerdir. Bunu yapmak tevekküle zıt değildir. Fakat mevhum tevekküle zıttır. Kesin olmayan tedaviyi terketmek mahzurlu değildir, fakat kesin olan şeyleri terketmek mahzurludur. Bilakis maznunu terketmek bazı durumlarda ve bazı şahıslar hakkında, terketmemekten daha üstündür. Bu bakımdan bu, mevhum ile kesin olanların dereceleri arasında bir derecedir. Hz. Peygamber'in tedaviyi emretmesi, tedavi olmanın tevekküle zıt olmadığına delâlet eder.
Hz. Peygamberin bu husustaki hadîsleri şunlardır:
Hiçbir hastalık yoktur ki onun devası olmasın. Onu tanıyan tanımıştır, onu tanımayan tanımamıştır; ancak ölüm müstesna!32
Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun! Muhakkak ki Allah Teâlâ hem hastalığı, hem de şifayı yaratmıştır.33
Hz. Peygamber'den 'İlâç ile muska Allah'ın kaderinden birşeyi geri çevirebilir mi?' diye sorulunca şöyle buyurmuştur: 'O da Allah'ın kaderindendir'.
Ben meleklerden bir grubun yanından geçerken Ümmetine emret! Hacamatla tedavi olsunlar' dediler.34
Ayın on yedisinde, on dokuzunda ve yirmi birinde hacamat yapın! Sakın kan sizi boğup da öldürmesin.35
İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber kanın yoğunlaşmasını pıhtılaşmasını ölüm sebebi olarak zikretmiştir ve Allah'ın izniyle kanın ölüm sebebi olduğunu şu sözüyle belirtmiştir: 'Kanın çıkarılması ölümden kurtulmaktır'. Zira öldürücü kanı derinin altından çıkarmak ile akrebi elbisenin altından ve yılanı evden çıkarmak arasında hiçbir fark yoktur, Pıhtılaşan kanı olduğu gibi bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Böyle yapmak, ateşi söndürmek ve eve zararını defetmek için su serpmek gibidir. Vekilin sünnetinden (yolundan) çıkmanın tevekkülle alâkası yoktur. Maktu bir haberde şöyle vârid olmuştur: 'Kim ayın onyedinci ve salı günü hacamat olursa, bu hacamat onun için bir senelik hastalığın devası olur'.36
Hz. Peygamber birçok sahabîye, tedaviyi ve hastalıklardan korunmayı emretmiştir.37
Sa'd b. Muaz damarından kan aldırdı.38 Sa'd b. Zürare yarasını dağlattı. Hz. Ali'nin (r.a) gözleri ağrıdığı zaman Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Yaş hurmadan yeme! Bundan ye! Çünkü bu, senin için daha elverişlidir!39
Hadîsde bundan sözüyle kasdedilen şey, arpa unuyla pişirilmiş şekerpareydi.
Hz. Peygamber gözleri ağrıdığı halde hurma yiyen Suheyb'i görünce 'Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?' dedi. Bunun üzerine Suheyb 'Acımayan tarafla yiyorum!' deyince Hz. Peygamber tebessüm etti.40
Hz. Peygamberin fiiline gelince, ehl-i beyt yoluyla gelen bir hadîste rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber 'Her gece gözüne sürme çeker ve her ay hacamat yaptırırdı. Her sene ilâç içerdi'.41
İçtiği ilâcın sinameki olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber (s.a) birçok defa akrebin ve başka hayvanların ısırmasından tedavi görmüştür.42
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber'e her vahiy indiğinde başı ağrırdı. Bunun üzerine başını kınalardı. Bir haberde şöyle vârid olmuştu: 'Hz. Peygamber bedeninde bir çıban çıktığında ona kına sürerdi. Bir de bedeninde çıkan bir çıbana toprak sürdü'.43
Hz. Peygamber'in tedavisi ve tedaviyi emretmesi hakkında rivayet edilen hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.
Bu hususta bir kitap telif edilmiş ve ona Tıbb-ı Nebî44adı verilmiştir.
Âlimlerin biri İsrailiyat'ta Hz. Musa'nın bir hastalığa giriftar olduğunu, İsrailoğulları'nın onun huzuruna gelerek hastalığını teşhis ettiklerini, ona 'Filan ilâcı kullansaydın şifa bulurdun' dediklerini, onun da 'O (Allah) beni ilâçsız şifaya kavuşturuncaya kadar tedavi olmayacağım' diye ısrar ettiğini, hastalığı uzayınca yine İsrailoğulları'nın Musa'ya 'Bu hastalığın ilâcı belli ve denenmiştir. Biz onunla tedavi olup şifa buluruz' dediklerini, onun da 'Ben tedavi olmam' diye ısrar ettiğini, hastalığın da devam ettiğini ve bunun üzerine Allah Teâlâ'nın kendisine 'İzzet ve celâ-lime yemin olsun! Sen onların sana söyledikleri ilâçla tedavi olmadıkça sana şifa vermeyeceğim' şeklinde vahiy gönderdiğini, bunun üzerine Musa'nın (a.s) onlara 'Söylediklerinizle beni tedavi ediniz!' dediğini ve tedavi olup şifa bulduğunu, bundan dolayı nefsinde birşeyler hissettiğini, Allah Teâlâ'nm ona 'Bana tevekkül etmenle hikmetimi iptal etmek istedin! Acaba ilâçlar içerisine fayda koyan benden başka kimdir?' dediğim nakletmektedir.
Peygamberlerden biri bir hastalıktan şikayet etti. Allah Teâlâ ona vahiy göndererek 'Yumurta ye!' dedi. Başka bir peygamber de bünyesinin zâfiyetinden şikayette bulundu. Allah Teâlâ kendisine 'Süt ile et ye! Muhakkak onların ikisinde kuvvet vardır' diye vahiy gönderdi. Bu hadîsin tefsirinde 'Bu zâfiyet cinsî zafiyet idi!' diye kayıt düşülmüştür. Rivayet edildi ki: Bir kavim, peygamberlerine, evlatlarının çirkin olduğundan şikayet ettiler. Allah Teâlâ o peygambere 'Gebe kadınlarına ayva yedirmelerini emret! Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir' diye ilham etti. Kadın bunu gebeliğin üçüncü ve dördüncü aylarında yapar. Çünkü bu aylarda, Allah Teâlâ, çocuğu suretlendirir. Selef, gebe kadınlara ayva, lohusalara da yaş hurma yedirirdi.
Anlaşıldı ki sebeplerin müsebbibi, hikmetini belirtmek için müsebbebleri sebeplere bağlamak suretiyle sünnetini icra etmektedir. İlâçlar Allah'ın hükmüyle diğer sebepler gibi müsahhar sebeplerdir. Nitekim ekmeğin açlığın, suyun susuzluğun ilâcı olduğu gibi, Sekencebin safranın, Sakmuniye ise ishalin ilâcıdır. Bu özellik, ancak iki durumun birinde ilâçtan ayrılır: O durum-lardan biri; açlığın ve susuzluğun, su ve ekmek ile tedavisi açık bir gerçektir. Bütün insanlar bunu idrâk ederler. Fakat safra hastalığının sekencebin denilen ilâçla tedavisi, ancak uzmanlar tarafından bilinir. Bu bakımdan onu, denemek suretiyle bilen bir kimse için ilaç, birincisine iltihak eder. O ikincisi, müshildir. Sekencebin ise, iç âlemde bulunan birtakım şartlara vakıf olmakla ve mizaçta bulunan birçok sebeplerle teskin eder. Çoğu kez o şartlardan bazısı olmaz. Böylece ilâç ishal etme özelliğini kaybeder. Susuzluğun giderilmesi ise sudan başka şartlar istemez. Bazı zamanlar suyu fazlasıyla içmesine rağmen susuzluğun devamını gerektiren birtakım durumlar meydana gelir. Fakat bu durum, pek nadirdir. Sebeplerin karışması daima bu iki şeye inhisar eder. Aksi takdirde eğer sebebin şartları tamamsa müsebbeb, şüphesiz, sebebin arkasından tahakkuk eder. Bütün bunlar da sebeplerin müsebbibi, teshircisi ve tertipçisi olan Allah'ın tedbiriyle, hikmeti. nin hükmü, kudretinin kemâliyle meydana gelir. Bu bakımdan doktora ve ilâca güvenmeksizin, sadece sebeplerin müsebbibine güvenerek bu ilâçları kullanmak, tevekkül sahibi bir kimseye zarar vermez.
Hz. Musa'nın şöyle dediği rivayet ediliyor:
- Yârab! Hastalık ve deva kimdendir?
- Bendendir.
- O halde doktorlar ne yapabilirler?
- Rızıklarını yerler. Benim şifam veya hükmüm gelinceye ka-
dar kullarımı hoşnut ederler.
Durum bu ise tedavi ile beraber tevekkülün mânâsı, faydalıyı celb, zararı defeden işlerde olduğu gibi, ilim ve hâl ile tevekküldür. Tedaviyi terketmek, tevekkülde şart değildir.
Soru: Dağlamak da faydası açık olan sebeplerdendir!
Cevap: Öyle değildir! Zira kan aldırmak, hacamat yapmak, müshil içmek, şeker hastası olan bir kimse için soğutucu ilâçları almak gibi sebepler ancak zahirî sebeplerdir. Dağlamak ise, eğer görünmek hususunda bunlar gibi olsaydı, birçok memleketlerde tatbik edilirdi. Oysa birçok memlekette dağlama âdeti pek azdır. Dağlama bir kısım bedevî Türkler ile bedevî Arapların âdetidir. Bu bakımdan dağlama da muska gibi mevhum sebeplerdendir.Ancak dağlama muskadan şu hususta ayrılır: O, hiç ihtiyaç olmadığı halde ateşle yakmaktır! Zira dağlama ile tedavi edilen hastalığın dağlamanın yerine geçecek bir devası vardır ki o tedavide yakmak yoktur. Bu bakımdan ateşle yakmak bünyeyi tahrip eden bir ya-radır. Onun yerine geçecek bir ilâç varsa dağlamanın kötü tesiri mahzurludur. Ama kan aldırmak, hacamat yapmak böyle değildir. Onların kötü tesiri pek yoktur. Onların yerine başka bir tedavi yapmaya gerek yoktur.
Hz. Peygamber (s.a) ikisi de tevekkülden uzak olduğu halde, muskayı değil de dağlamayı yasaklamıştır. Rivayet ediliyor ki İmran b, Huseyn hasta olduğunda kendisine 'dağlan' dedilerse de bunu yapmadı. Etrafı durmadan ısrar etti. Öyle ki yakasını kurtaramadı ve acıyan yeri dağladı. O bilahare derdi ki: 'Ben bir nûr görüyor ve bir ses işitiyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağlandığımdan bu yana bu durum benden kesildi. Yine şöyle demiştir: 'Biz birkaç dağı bedenimize vurduk. Allah'a yemin ederim iflâh olmadık, iyileşmedik'. Sonra tevbe edince Allah ona eski hâlini meleklerle olan münasebetini geri verdi.
Mutarrıf b. Abdillah dedi ki: 'Allah Teâlâ'nın daha önce, bana ikram olarak ihsan buyurduğu melekleri bana tekrar geri gönderdiğini görmez misin?'
Oysa o bu hâdiseden önce Mutarrıf a meleklerin kaybolduğunu haber vermişti. Durum bu olduğunda dağlamak ve onun yerine geçen başka ameliyeler tevekkül sahibi bir kimseye uygun olmayan ameliyelerdir; zira tevekkül sahibi bir kimse bunları yapmak için bir tedbire başvurmak mecburiyetinde kalır. Sonra bunun şifa vermesi de şüphelidir. Bu ise sebepleri fazla gözettiğine ve sebepler hususunda fazla derine daldığına delâlet eder! Allah daha iyisini bilir.
30) İmam Ahmed
31) Babası gibi zâhid bir zâttı.
32) İmam İmam Ahmed, Taberânî
33) Tirmizî, İbn Mâce
34) Tirmizî, İbn Mâce
35) Tirmizî
36) Taberânî
37) Tirmizî, İbn Mâce
38) Müslim
39) Taberânî
40) Ebu Dâvud, Tirmizî
41) Daha önce geçmişti.
42) îbnAdîy
43) Müslim ve Buhârî
44) Bu adla iki meşhur kitap vardır: Biri Hafız Ebu Bekr b. Semî'nin, diğeri
ise Hafız Ebu Nuaym el-İsfehanî'nindir.
Tevhid ve Tevekkül
- 1.Giriş
- 10.Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb
- 11.Bazı Hallerde Tedaviyi Terketmenin Makbul Olup Tevekkülün Kuvvetli Oluşuna Delâlet Etmesi
- 12.Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye
- 13.Hastalığı Açıklamak ve Gizlemek Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Halleri
- 2.Tevekkül'ün Fazileti
- 3.Tevekkül'ün Esası Olan Tevhîd'in Hakikati
- 4.Tevekkül'ün Halleri ve Amelleri
- 5.Tevekkül Hali
- 6.Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri
- 7.Tevekkül Sahiplerinin Amelleri
- 8.Aile Sahibi Kimselerin Tevekkülü
- 9.Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir Misâl