9.Murâbete'nin Beşinci Makamı Olan Mücâhede
Mücâhede, kişi nefsini hesaba çektiğinde, onun günah işlediğini gördüğünde, bahsi geçen cezalarla onu cezalandırmasıdır. Eğer nefsini faziletlerin herhangi bir şeyinde veya virdlerin herhangi birinde tembellik ve gevşeklik yaptığını görürsen, uygun olanı virdleri ağırlaştırmak ve onlardan ayrılmamak suretiyle ve elden kaçan fırsatları telafi etmek için çeşitli faziletleri ona yüklemek suretiyle onu eğitmektir.
İşte Allah için çalışanlar böyle yaparlardı. Nitekim Hz. Ömer, cemaatle ikindi namazını kaçırdığında, kıymeti ikiyüzbin (200.000) dirhem olan bir arazisini, sadaka vermek suretiyle nefsini cezalandırmıştır.
İbn Ömer, cemaatle namazı kaçırdığında, o gecenin tamamını sabaha kadar ibadetle ihyâ ederdi. Akşam namazını iki yıldız çıkıncaya kadar geciktirdiğinde iki köleyi azad etti.
İbn Ebî Rebia, sabah namazının iki rek'atını kaçırdığından bir köle azad etmiştir.
Seleften bir zât bir senelik orucu veya haccetmeyi veya bütün malını sadaka vermeyi nefsine gerekli kılıyordu. Bütün bu hareketler, nefsi murâbete ve kurtuluşuna vesile olan şey ile muâheze etmektir.
Soru: Nefsim mücâhede ve virdlere devam etmek hususunda bana uymazsa, onu tedavi etmenin yolu nedir?
Cevap: Bu hususta senin yolun, müctehidlerin (fazla ibadet edenlerin) fazileti hakkında, haberlerde vârid olan şeyleri nefsine duyurmandır.
Tedavi sebeplerinin en faydalısı, ibadette var kuvvetiyle çalışan kullardan birinin sohbetini dinleyip, onun sözlerini mülahaza edip ona uymaktır.
Seleften bir zât şöyle demştir: 'Bana ibadet hususunda gevşeklik geldiğinde Muhammed b. Vâsi'in durumuna bakar, onun hummalı çalışmasını gözden geçirirdim ve bunun üzerine birkaç hafta ibadet ederdim'.
Ancak bu tür tedavi bazen çok zorlaşır. Çünkü şu zamanda geçmişlerin çalışması gibi, ibadette çalışan bir kimse yoktur. Bu bakımdan görmek yerine dinlemek daha uygundur. O halde, selefin hallerini işitmekten, haberlerini mütala etmekten ve içinde bulundukları hummalı çalışmalarını dinlemekten daha faydalı birşey yoktur. O zatların yorgunlukları sona erdi. Sevapları ebedî kaldı. Nimetleri kesilmeksizin daimî oldu. Öyleyse onların mülkü ne büyüktür! Onlara uymayan bir kimsenin üzüntüsü ne şiddetlidir! Böyle bir kimse nefsin istekleriyle kendini avutur. Sonra ona ölüm gelir. Böylece ölüm, onunla her isteği arasına ebedî bir şekilde girer. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.
Biz var kuvvetiyle çalışanların vasıflarından ve faziletlerinden, onlara uyması için müridin çalışmadaki rağbetini harekete geçiren şeyleri burada zikredelim;
zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah o kavimlerden razı olsun ki halk onları hasta zanneder. Oysa onlar hasta değildir.36
Hasan Basrî şöyle demiştir: Onları ibadet yormuştur: Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü'minûn/60)
Hasan Basrî sonra bu ayet hakkında şöyle demiştir: 'Onlar amellerden yaptıklarını yaparlar. Buna rağmen bu amelin kendilerini Allah'ın azabından kurtaramayacağından korkarlar'.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ömrü uzamış, ameli güzelleşmiş kimseye cennet vardır.
Rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ, meleklerine hitaben şöyle buyurmuştur:
- Fazlasıyla çalışan kullarımın durumu nedir?
- Ey rabbimiz! Onları bir şeyle korkuttun. Onlar korktular. Onları bir şeye teşvik ettin. Onlar da ona müştâk oldular!
- Eğer kullarım beni görseydiler, çalışma bakımından daha şiddetli olurlardı! Bu nasıl olur?
Hasan Bâsrî şöyle demiştir:
Ben bazı kimselere yetiştim. Onların bazı gruplarıyla arkadaşlık yaptım. Onlar dünyanın yönelip gelen hiçbir şeyiyle sevinmez. Dünyanın kaçan hiçbir şeyiyle üzülmezlerdi. Yemin ederim, dünya onların gözünde, şu ayaklarınızla çiğnediğiniz topraktan daha düşük idi. Onlardan birinin bütün hayatı boyunca bir elbisesi katlanmamıştır ve hiçbir za-man, aile efradına bir yemek yapmalarını emretmemiştir.
Bedeni ile toprak arasına hiçbir şey bırakmamıştır. Onları rablerinin kitabı ve peygamberlerinin sünnetiyle âmil oldukları bir durumda buldum. Gece karanlığı onları kap-ladığında azalar üzerinde durup yüzlerini yere yayarlardı. Gözyaşları yanakları üzerine akardı. Boyunlarının azad edilmesi hususunda rablerine münâcât ederlerdi. İyi bir şey yaptıklarında işlediklerinde onunla sevinirler, onun şükrüne devam ederlerdi. Allah Teâlâ'dan o iyiyi kabul etmesini dilerlerdi. Kötü birşey yaptıklarında bu durum onları üzer, Allah Teâlâ'dan o kötüyü affetmesini dilerlerdi. Allah'a yemin ederim, onlar böyle idiler ve bunun üzerinde idiler. Allah'a yemin ederim, onlar (buna rağmen) günahlardan uzak kalamadılar. Ancak mağfiret ile kurtuldular.
Hikâye olunur ki bir grup, hastalığında ziyaret etmek maksadıyla Ömer b. Abdülazîz'in huzuruna girdiler. O girenlerin içinde bedenen zayıf bir genç şöyle bulunuyordu. Ömer o gence sordu:
- Gördüğüm duruma seni getiren nedir?
- Ey mü'minlerin emiri! Beni hastalık bu duruma getirdi.
- Allah için bana doğru söyle!
- Ey mü'minlerin emiri! Dünyanın tadını tattım. Onu acı gördüm. Dünyanın parlaklığı, zevki, benim nezdimde, küçüldü, dünyanın altını ile taşı, benim nezdimde, eşit oldu. Sanki ben rabbimin arşına bakıyorum ve görüyorum ki insanlar cennet ve cehenneme sürülüyorlar. Bunun için gündüzümü susuz bıraktım, gecemi uykusuz... İçinde bulunduğum herşey, Allah'ın sevabına nisbeten,o nun cezasına nazaran hiç ve hakîrdir.
Ebu Nuaym şöyle anlatıyor: Dâvud-u Tâî, ekmek yemez, fetit (parçalanmış ekmek) veya (kavut çorbası) içerdi. Ondan 'Neden böyle yaptığı' sorulduğunda dedi ki: 'Ekmeği çiğneyip yemek ile fetiti içmek arasında elli ayeti okuyacak kadar bir zaman vardır'.
Birgün adamın biri Dâvud'un huzuruna girerek: 'Senin tavanında kırılmış bir kalas vardır' dedi. Bunun üzerine Dâvud, gence şöyle dedi: 'Yeğenim! Yirmi seneden beri bu evde bulunuyorum. Bir defa tavana bakmadım!'
Selef fazla konuşmaktan hoşlanmadıkları gibi fazla bakmak-tan da hoşlanmazdı.
Muhammed b. Abdülazîz37 şöyle anlatıyor: Ahmed b. Vezi'nin yanında kuşluktan ikindi namazına kadar oturduk. Ne sağına, ne soluna baktı. Bu husus kendisine sorulunca şu cevabı verdi: 'Allah Teâlâ azametine bakması için gözleri yarattı. Bu bakımdan ibretsiz bakan herkese, o bakıştan dolayı bir günah yazılır'.
Mesruk'un hanımı şöyle demiştir: 'Mesruk daima uzun na-maz kılmaktan ötürü iki bacağı şişmiş bir vaziyette olurdu'.
Yine bu hanım şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim! Ona olan merhametimden ötürü arkasından oturup ağlıyorum'.
Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Eğer üç şey olmasaydı bir gün dahi yaşamayı istemezdim: Hararetli öğle vakitlerinde Allah için susamak, gecenin yarısında Allah için secdeye kapanmak, meyvenin iyileri seçildiği gibi konuşmanın iyilerini seçen insanlarla oturmak!'
Esved b. Yezid alabildiğine ibadete dalardı. Hararet zamanında oruç tutardı. Öyle ki bedeni sapsarı olurdu. Alkame b. Kays ona 'Neden nefsine işkence ediyorsun?' dedi. O da cevap olarak 'Onun şerefini düşünüyorum' dedi.
Yine o bedeni sararıncaya kadar oruç tutar, düşüp bayılıncaya kadar namaz kılardı. Enes b. Mâlik ve Hasan Basrî huzuruna varıp kendisine 'Allah Teâlâ bütün bunları sana emretmedi!' dediler. O dedi ki: 'Ben ancak mevlâma karşı memlûk bir kulum. Her çeşit zilleti kendime yakıştırırım'.
Fazlasıyla ibadete dalanlardan biri ayakları topal olup ayaktan mahrum oluncaya kadar hergün bin rek'at namaz kıldı. Ayakta kılamaz olunca oturarak bin rek'at namaz kıldı. İkindi namazını kıldığında İhtiba (dizleri dikip makatı üstünde oturmak ve elleri dizlerin altında bağlamak) yaptı. Sonra şöyle dedi: 'Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasını irade etti? Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senden başkasına ünsiyet verdi? Mahlûklara hayret ediyorum ki kalpleri nasıl senden başkasının zikriyle nûrlandı?'
- Bu gözyaşlarını neden döküyorsun?
- Allah'ın haklarından geri kalışım için gözyaşı döktüm. O
gözyaş-larının samimi olmayışından korkarak da kan ağladım.
Feth el-Mevsilî'yi öldükten sonra rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum:
- Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?
- Beni affetti!
- Gözyaşlarından ötürü ne gibi bir muameleye tâbi tutuldun?
- Rabbim beni huzuruna yaklaştırarak bana şöyle buyurdu: 'Ey Feth! Gözyaşların niçin döküldü?' Cevap olarak 'Ey rabbim! Senin vâcib olan hakkından geri kalışım için böyle yaptım' dedim.
- Neden dolayı kan akıttın?
- Gözyaşlarımın samimi olmayışından korktuğumdan dolayıkan akıttım.
- Ey Feth! Bütün bunlardan neyi kasdettin? İzzet ve celâlim hakkı için kırk seneden beri seni koruyan meleklerim senin sahifeni (amel defterini) huzuruma getirirler. Onda bir hata bulunmadı!
Şöyle anlatılıyor: Bir grup sefere çıktılar. Yolda şaşırarak halktan ayrı yaşayan bir rahibe vardılar. Rahibi çağırdılar. Rahib, manastırından dışarı çıkıp onlara baktı. Dediler ki; 'Ey rahib! Biz yolu şaşırdık. Acaba yol neresidir?' Bunun üzerine rahib, başıyla gök-lere işaret etti. Onlar onun bu işaretinden ne kasdettiğini anladılar ve dediler ki: 'Biz senden yol soruyoruz. Bize yol gösterir misin?' Bunun üzerine rahib onlara 'Sorun, fakat ileri gitmeyin; zira gün geri gelmez, ömür döndürülmez. Tâlib ise var kuvvetiyle çalışmalıdır' dedi. Bu sözler, dinleyenleri hayrete düşürdü ve şöyle sordular:
- Ey rahib! Yarın sultanların nezdinde halk neyin üzerinde olacaktır?'
- Niyetleri üzerinde olacaklardır.
- Bize nasihatta bulun!
Seferinizin uzunluğu nisbetinde azık edinin! Zira azığın en hayırlısı insanı hedefine vardırandır. Sonra rahib onlara yolu gösterdi ve manastırına geri döndü.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle anlatıyor: Çin rahiblerinden birinin manastırının yanından geçtim. 'Ey rahib!' diye onu çağırdığım halde cevap vermedi. İkinci bir defa çağırdım yine cevap vermedi. Üçüncü defa çağırınca, çıktı ve bana bakarak ve şöyle dedi: 'Ey kişi! Ben rahib değilim. Rahib, Allah'tan korkan, Allah'ı tâzim eden, be-lasına sabreden, kaza ve kaderine razı olan, nimetlerinden dolayı Allah'a hamdeden, azametine karşı tevâzu, izzetine karşı zillet gösteren, O'nun kudretine teslim olan, heybetine baş eğen, hesap ve ikabını düşünen kimsedir! Rahibin günü oruçlu, gecesi ibadetli olmalıdır. Rahibi ateşin uğursuzluğu, cebbâr olan Allah'ın suali uykusuz bırakmalıdır. İşte rahib bu kimsedir. Ben ise azmış bir köpeğim. Nefsimi şu manastırda halkı ısırmasın diye hapsettim'. Bunun üzerine dedim ki: 'Ey rahib! Acaba Allah'ı tanıdıktan sonra halkı Allah'tan alıkoyan nedir?' Dedi ki: 'Ey kardeşim! Dünyanın sevgisi ve ziyneti halkı Allah'tan alıkoymuştur. Çünkü dünya, günahların merkezidir. Akıllı o kimsedir ki dünyayı kalbinden atmış, günahından rabbine sığınmış, kendisini rabbine yaklaştırıcı amele yönelmiştir'.
Dâvud-u Tâî'ye: 'Sakalını tarasaydın' denildi. Cevap olarak dedi ki: 'O halde, ben boş bir kimse olurum'.
Üveys (Veysel) Karânî 'Şu gece rükû gecesidir' der ve bütün geceyi bir rek'at ile ihyâ ederdi. İkinci gece olduğunda derdi ki: 'Şu gece secde gecesidir' derdi ve bütün geceyi bir secdeyle ihyâ ederdi.
Utbet'ul-Gulâm tevbe ettiğinde ne yemek, ne de içmek peşine gitmezdi. Bunun üzerine annesi kendisine 'Eğer nefsine şefkat gösterirsen (daha iyi olur)!' dedi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Zaten şefkati arıyorum! Benim yakamı bırak! Az bir zaman zahmet çekeyim de uzun bir zaman nimetleneyim'.
Mesruk hacca gitti. Secde hali hariç hiçbir zaman uyumadı.
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sabah zamanında kavim, gece yürüyüşünü, ölüm zamanında ise takvâyı överler!' (Darb-ı meseldir).
Abdullah b. Dâvud42 dedi ki: 'Seleften biri kırk yaşına vardığında yatağını kaldırdı ve artık hiçbir gece uyumadı'.
Kehmes b. Hasan43 her gün bin rek'at namaz kılar, sonra nefsine derdi ki: 'Ey her şerrin yuvası! Kalk!' Zayıf düştüğünde beşyüz rek'ata indirdikten sonra ağlar ve şöyle derdi: 'Amelinin yarısı gitti!'
Rebî b. Hüsaym'ın kızı babasına 'Ey babacığım! Neden, halkın uyuduğunu, senin ise uyumadığını görüyorum?' dedi. O da cevap olarak kızına 'Ey kızcağızım! Senin baban düşmanın gece baskınından korkuyor!' dedi.
Rebî'nin annesi, oğlunun ağlamaktan ve uykusuzluktan çektiği sıkıntıyı görünce ona şöyle haykırdı:
- Ey oğul! Sanki birini öldürmüşsün (de onun için böyle yapıyorsun).
- Evet anneciğim! (Birini öldürdüm).
- O kimdir ki gidip onun aile efradından rica edelim de seni affetsinler. Allah'a yemin ederim, eğer onlar senin çektiğini bilseler, sana merhamet ederler ve seni kısastan affederler!
- Ey anneciğim! O öldürülen nefsimdir!
Bişr el-Haris'in yeğeni Ömer'den şöyle rivayet ediliyor: "Dayım Bişr b. Haris anneme derdi ki: 'Ey kızkardeşim! Benim karnım ve yan taraflarım ağrıyor'. Bunun üzerine annem kendisine 'Ağabeyciğim! Bana izin ver ki senin için bir avuç un ile biraz bulamaç yapayım ve onu ye ki açlığın gitsin!' dedi. Bunun üzerine, dayım anneme 'Rahmet olasıca! Allah bu unu nereden aldın derse, ben ne cevap vereceğim!' dedi. Bunun üzerine annem ağladı. Dayım ve ben de birlikte ağlamaya başladık".
Ömer der ki: "Annem, ağabeyi Bişr'deki şiddetli açlığı ve zayıf bir şekilde derinden nefes aldığını görünce, kendisine şöyle dedi: 'Ağabeyciğim! Keşke annem beni doğurmasaydı! Allah'a yemin ederim, bu gördüğüm halinden ötürü ciğerim paramparça oldu!'
Bunun üzerine, dayım anneme hitaben 'Ben de senin gibi derim keşke annem beni doğurmasaydı! Beni doğurduğunda keşke bana karşı memelerinden süt akmasaydı!' dedi".
Ömer diyor ki: Annem gece gündüz dayım için ağlıyordu!
Rebî şöyle anlatıyor: '"Veysel Karanî'ye geldim. Sabah namazını kıldı ve oturdu. Ben de yanına oturdum. Tesbih çekmekten onu alıkoymak istemedim. Böylece, öğle namazını kılıncaya kadar yerinde durdu. Sonra kalkıp ikindiye kadar namaz kılmaya devam etti. İkindi namazından sonra, akşam namazını kılıncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Akşamdan sonra, yatsıyı kılıncaya kadar mekanından ayrılmadı. Sonra sabah namazını kılıncaya kadar yerinden ayrılmadı. Sabah namazını kıldıktan sonra oturdu, gözlerinde uyku alâmeti ve şöyle dedi: 'Ey Allahım! Çokça uyuyan bir gözün şerrinden ve doymayan bir midenin kötülüğünden sana sığınıyorum!' Bunları gördükten sonra dedim ki: 'Ondan bu ka-darcık bana kâfidir!' Sonra döndüm".
Bir kişi Veysel Karanî'ye baktı ve şöyle dedi: 'Ey Ebu Abdullah! Neden seni hasta gibi görüyorum?' Dedi ki: 'Üveys neden hasta olmasın? Hastaya yedirilir, oysa Üveys yiyici değildir. Hasta uyur, oysa Üveys uyuyucu değildir!'
Ahmed b. Harb şöyle dedi: 'Üstünde cennet süslendiği, altında cehennem kızıştırıldığı halde yatıp uyuyan adamın haline hayret ediyorum'.
Âbidlerden bir kişi şöyle anlatıyor: İbrahim b. Edhem'in yanına vardım. Yatsı namazını kıldığını gördük. Oturup onu bekledim. Bedenine bir aba sardı. Sonra kendisini yere attı. Fecir doğuncaya kadar bütün gece bir yandan öbür yana kendisini çevirmedi. Müezzin ezan okudu. O, namaza kalktı abdestini yenilemedi. Bu durum, benim kalbimde şüphe bıraktı. Bu bakımdan kendisine 'Allah sana rahmet etsin! Bütün gece uzanarak yattın, uyudun. Sonra abdesti yenilemiyorsun?' dedim. Cevap olarak dedi ki: 'Ben bütün gece, bazen cennetin bahçelerinde, bazen de cehennemin derelerinde gezip durdum. Acaba bu durumda uyku olur mu?'
Sâbit el-Bennânî şöyle demiştir: 'Ben bazı şahıslara yetiştim. Onlardan biri öyle namaz kılardı ki ayaktan düşüp yatağına ancak sürünerek gelebilirdi'.
Denildi ki: Ebu Bekir b. Ayyaş, kırk sene yanını döşek üzerine koymadı! Gözlerinin birine su geldi. Yirmi sene bu durumda durduğu halde aile efradı bundan haberdar olmadı!
Semnun'un virdinin hergün beşyüz rek'at namaz olduğu söylenmiştir.
Ebu Bekir Mutavvî'den44 şöyle rivayet ediliyor: 'Gençliğimde, her gün ve her gece, benim virdim otuzbirbin defa (veya kırkbin (40.000) defa) 'Kulhuvallahu ehad'i okumaktı'. (Adeddeki şüphe râvînindir).
Mansur b. Mu'temer'i45 gördüğümde derdim ki: 'Bu felaketzede bir kimsedir. Gözü kırık, sesi boğuk, gözleri yaşlı!' Onu hareketlendirirsen, gözlerinden iki çift damla akardı. Annesi kendisine 'Bu nefsinin başına getirdiğin nedir?' Bütün gece ağlıyor, hiç sus-muyorsun! Ey oğlum! Yoksa birini mi öldürdün!' dedi. Bu sual karşısında annesine şöyle dedi: 'Ey anneciğim! Ben nefsime ne yaptığımı daha iyi bilirim!'
Amir b. Abdullah'a46 'Gecenin uykusuzluğuna, hararetli günlerin susuzluğuna nasıl sabrediyorsun?' denildi. Dedi ki: 'Gündüzün yemeğini geceye, gecenin uykusunu da gündüze naklettim. Bunun dışında birşey yapmadım. Bunda tehlikeli bir durum yok!'
O derdi ki: 'Cennet gibisini görmedim ki onu isteyen uyusun. Cehennem gibisini görmedim ki ondan kaçan uyusun!'
Gece geldiğinde derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu silip götürdü!' Böylece sabaha kadar uyumazdı. Gündüz olduğunda derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu götürdü!' Böylece akşama kadar uyumazdı. Gece geldiğinde derdi ki: 'Korkan bir kimse bütün gece yürür! Sabah olunca halk, onun gece yürüyüşünü över!' (Meşhur bir darb-ı meseldir).
Bir kişi şöyle diyor: 'Amr b. Abdilkays ile dört ay arkadaşlık yaptım. Ne gündüz, ne gece uyuduğunu görmedim!'
Hz. Ali'nin arkadaşlarının birinden şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali'nin arkasında sabah namazını kıldım. Selâm verdiğinde sağına döndü. Üzerinde bir üzüntü vardı. Böylece güneş doğuncaya kadar durdu. Sonra elini çevirip şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! Ben Muhammed'in (s.a) ashabını gördüm. Bugün onlara benzer kimse görmüyorum. Onlar pejmürde, tozlu topraklı ve benizleri sapsarı olarak sabahlardı. Çünkü bütün gece Allah için secde edip kıyamda bulunmuş, Allah'ın kitabını okurlardı. Dizleri ile alınları arasında uyuklarlardı. Allah'ı zikrettikleri za-man rüzgârlı bir günde ağacın sallanması gibi sallanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar, gözlerinden şakır şakır yaşlar akardı. Sanki bunlar gafil olarak sabahlamışlar!'
Hz. Ali bu son cümle ile etrafındaki insanları kasdetmiştir.
Ebu Müslîm el-Havlânî47 evindeki mescide bir kamçı asmış, nefsini onunla korkutarak şöyle derdi: 'İbadete kalk! Allah'a yemin ederim, seni öyle bir yürütürüm ki benden değil, senden yorgunluk gelsin!'
Nefsi gevşekliğe daldığında Ebu Müslîm, kamçısını alıp onunla baldırını döver ve şöyle derdi: 'Ey baldır! Sen devemden, dövülmeye daha lâyıksın!' O şöyle diyordu: 'Hz. Muhammed'in ashabı, sadece kendilerinin mi onu nefislerine tercih ettiğini zannediyorlar? Hayır! Allah'a yemin ederim! Bu hususta onlarla amansız bir yarışmaya girişeceğiz ki onlar arkalarında erkekler bırakmış olduklarını bilsinler'.
Saffan b. Selim'in48 gece ibadetinden ötürü baldırları şişmişti. Çalışmaktan öyle bir duruma gelmişti ki eğer kendisine 'Yarın kıyamet kopacaktır' denilseydi bile bu çalışmadan fazlasını yapa-mazdı. Kış geldiğinde soğuğun kendisini uyutmaması için evinin damında yatardı. Yaz geldiğinde evin içinde uzanıyordu ki sıcaklığı hissedip uyumasın! Secde halinde iken vefat etti. Şöyle derdi: 'Ey Allahım! Seninle buluşmayı istiyorum. O halde sen de benimle buluşmayı iste!'
Kasım b. Muhammed şöyle anlatır: "Birgün sabahleyin evden çıktım. Âdetimdi, sabahleyin çıkınca halam Âişe'ye uğrar, selâm verirdim. Yine bir gün, sabahleyin onun odasına gittim. Baktım ki kuşluk namazını kılıyor ve şu ayeti okuyordu:
Allah bize lütfetti de bizi delikçiklere işleyen azaptan korudu.(Tûr/27)
Hz. Âişe ağlıyor, dua ediyor ve ayeti tekrar tekrar okuyordu. Ben, usanıncaya kadar oturdum. Sonra kalkıp çıktım o hâlâ aynı hâl üzere devam ediyordu. Onun bu durumunu görünce pazara gidip ihtiyacımı göreyim de sonra döneyim!' diye düşündüm. İhtiyacımı gördüm, sonra döndüm. O hâlâ olduğu gibiydi. Ayeti tekrar ediyor, ağlıyor ve dua ediyordu".
Muhammed b. İshak şöyle anlatıyor: 'Abdurrahman b. Esved en-Nehâî hacı olarak bize geldiğinde ayaklarından biri yaralandı. Tek ayak üzerinde durup namaz kılıyordu. Yatsı abdesti ile sabah namazını kılıncaya kadar böyle devam etti'.
Bir kişi şöyle demiştir: 'Ben ölümden korkmuyorum. Ancak benimle gece ibadetimin arasına girer diye korkuyorum'.
Ali b. Ebî Talib şöyle demiştir: 'Salih kimselerin siması; uykusuzluktan benizlerinin sararması, ağlamaktan gözlerinin zayıf görmesi, oruçtan dudaklarının pas bağlamasıdır. Onların üze-rinde korkanların gubârı vardır'.
Hasan Basrî'ye 'Teheccüd namazına kalkanlar neden herkesten daha güzel yüzlüdürler?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Çünkü onlar Rahman ile başbaşa kaldılar. O da onlara kendi nû-rundan bir nûr giydirdi'.
Amr b. Abdilkays derdi ki: "Ey rabbim! Beni yarattın. Fakat benden sormadın. Beni öldürüp haber vermedin. Benimle beraber bir düşman yarattın. O düşmanı kanın gireceği yerlere girecek şekilde bana musallat kıldın. Onun beni göreceği, benim ise onu göremeyeceğim bir şekilde halkettin. Sonra bana 'Ondan korun!' dedin. Ey rabbim! Eğer sen beni korumazsan ben kendimi ondan nasıl korurum! Ey rabbim. Dünyada üzüntüler var. Ahirette ise ceza ve hesap! O halde, istirahat ile sevinmek nerede!"
Câfer b. Muhammed şöyle diyor: Utbet'ul-Gulâm geceyi üç sayha ile bitiriyordu. Yatsı namazını kıldığında başını iki dizinin arasına eğip düşünüyordu. Gecenin üçte biri geçtiğinde bir çığlık koparıyor, sonra başını tekrar iki dizinin arasına koyup düşünüyordu. Gecenin ikinci üçte biri geçtiğinde yine bir çığlık koparıyor ve tekrar başını dizlerinin arasına koyup düşünüyordu. Seher zamanı gelince yine bir çığlık atıyordu. Ben onu Basralı bi-rine sordum. Bana dedi ki: 'Sen onun çığlık koparmasına bakma! İkinci çığlığı atıncaya kadar olan iki çığlık arasındaki haline bak!'
Kasım b. Reşid Şeybanî'den rivayet ediliyor. Zem'a49 Muhasseb. denilen (Mekke yanında bir yerin ismi) yerde bizim yanımızda konakladı. Onun ailesi ve kızları vardı. O kalkıp bütün gece namaz kılardı. Seher olduğunda sesinin en yükseğiyle 'Ey uyuyan kervan! Bütün gece uyuyacak mısınız? Kalkmaz mısınız ki göç etmiş olasınız?' diye bağırırdı. Böylece onlar yataklarından fırlarladı. Şurada bir ağlayan, orada bir dua eden, orada bir okuyan, şurada bir abdest alan görülüyordu. Fecir doğduğunda gür sesiyle 'Sabah olunca kavim gece yürüyüşünü överler' diye bağırdı.
Hukemadan bir zât şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır ki O onlara nimet etmiş, onlar da Allah'ı tanımışlardır. Allah onların göğüslerini açmış, onlar da Allah'a itaat ve tevekkül etmişlerdir. Böylece halk ve emri Allah'a teslim etmişlerdir. Dolayısıyla kalpleri yakînin kaynakları, hikmetin evleri, azametin tabutları, kudretin hazineleri olmuştur. Bu bakımdan onlar bedenleriyle halk arasında dolaşırlar. Fakat kalpleri melekût âleminde gezer, gaybın perdesine sığınır, sonra beraberinde ince faydalar olduğu halde döner. Beraberinde vasfa gelmesi mümkün olmayan-larla döner. Onlar işlerinin bâtınında, güzellik bakımından, ipekli gibidirler. Zâhirde ise, tevazu bakımından isteyenlere verilen men-dil gibidirler. İşte bu bir yoldur. Buna ancak zahmet çekmekle varılır. Bu Allah'ın fazlıdır, fazlını dilediği kuluna verir'.
Sâlihlerden biri şöyle anlatıyor: "Kudüs-i şerifin bir dağında seyahat ederken bir dereye vardım. Yükselen bir ses duydum. Baktım ki dağlar, o sese cevap veriyor. Fakat onların aksi karşıma
çıktı. Onun üzerine iç içe girmiş ağaçlar gördüm. Baktım ki bir kişi, orada namaza durmuş şu ayeti tekrar ediyordu:
O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O kötülükle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah Teâlâ sizi kendinden sakındırıyor.(Âlu îmran/30)
O kişinin arkasında oturup konuşmasını dinledim. O bu ayeti tekrarlıyordu. Ansızın bir çığlık atarak düşüp bayıldı. Bunun üzerine dedim ki: 'Yazıklar olsun! O benim şekavetimden böyle oldu!' Sonra onun ayılmasını bekledim. Bir saat sonra ayıldı.
Şöyle diyordu: 'Yalancıların makamından, tembellerin amellerinden sana sığınıyorum. Gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınıyorum!' Sonra şöyle dedi: 'Korkanların kalpleri senden korktu! Kusurluların amelleri sana sığındı. Ariflerin kalpleri senin büyüklüğüne karşı zillet gösterdi'. Sonra elini silkerek şöyle dedi:: 'Benim dünya ile dünyanın da benimle ne alıp vereceği vardır? Ey dünya! Ebna-i cinsinin yakasına yapış! Nimetine ülfiyet veren dostlarının yanına git! Onları kandır!' Sonra dedi ki: 'Geçmiş nesiller nerede! Geçmiş zamanların ehli nerede? Toprakta çürümekte! Zaman üzerinde yok olurlar'. Bu manzara karşısında ona 'Ey Allah'ın kulu! Ben bütün gün arkanda bulunuyorum. Senin boşalmanı bekliyorum' dedim. Buna karşılık bana 'Vakitler ile yarışan bir kimse nasıl boşalır? Vakitlerin ölümle yetişmesinden korkan nasıl boşalır? Günleri geçmiş, günahları kalmış bir kimse nasıl boşalır?' dedi. Sonra şöyle dedi: 'Sen hem O'nun için, hem de gelişini beklediğin her müşkilât içinsin'. Sonra o benden bir saat kadar habersiz oldu ve şu ayeti okudu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
Sonra birincisinden daha şiddetli bir çığlık attı. Bayılarak yere serildi. Ben kendi kendime 'Ruhu çıktı' dedim. Ona yaklaşınca yerde tepindiğini gördüm. Sonra ayıldı ve şöyle dedi: 'Ben kimim? Benim hatırım nedir? Benim kötülüğümü, fazlından bana hibe et! Perdenle beni ört! Vechinin keremiyle huzurunda durduğum zaman günahlarımdan vazgeç!'
Bunun üzerine kendisine 'O Allah ki O'na nefsin için yalvarıyor ve güveniyorsun? O'nun hatırı için benimle konuş!' dedim. Bu ısrarım üzerine şöyle dedi: 'Konuşması sana fayda verenin konuşmasına yapış! Günahlarının ürküttüğü kimseyle konuşmaktan vazgeç! Ben Allah Teâlâ'nın dilediği zamandan beri bu yerdeyim. İblisle mücâhede ediyorum. İblis beni içinde bulunduğum durumdan çıkaracak senden başka bir yardımcıyı bana musallat kılmadı. Ey aldanmış kimse! Benden uzaklaş! Çünkü benim dilimi muattal kıldın. Kalbimin bir tarafını konuşmana meylettirdin. Ben senin şerrinden Allah'a sığınıyorum. Sonra ümit ediyorum ki Allah beni öfkesinden korusun. Rahmetiyle bana fazilette bulunsun!'
Kendi kendime şöyle dedim: 'Bu Allah'ın velî bir kuludur! Onu meşgul edersem Allah'ın cezasına çarpılmaktan korkarım!' Bunun üzerine onu bırakıp gittim".
Salihlerden biri şöyle demiştir: Bir yolculuk sırasında altında istirahat etmek için bir ağaca yöneldim. Bir ihtiyar yanıma gelerek bana şöyle dedi: 'Ey kişi! Kalk! Çünkü ölüm ölmemiştir!' Bu sözü söyledikten sonra başını alıp gitti. Arkasını takip ettim. Şöyle dediğini duydum:
Her can ölümü tadacaktır. (Âlu İmran/185) - Ey Allahım! Ölümü benim için bereketli kıl!
Bunun üzerine dedim ki: 'Ölümden sonraki hali de!' Bu konuşmam üzerine şöyle dedi: 'Ölümden sonraki âleme kesinlikle inanan bir kimse sakınmanın eteğini toparlar. Onun için dünyada kalacak bir yer yoktur'.
Bu konuşmadan sonra şöyle devam etti: 'Ey yüzü suyu hürmetine bütün yüzlerin zahmet çektiği (Allah)! Sana bakarak yüzümü ak eyle! Kalbimi sana olan muhabbetle doldur. Yarın senin katında kınanmanın zilletinden beni koru! Muhakkak ki sana karşı olan utanmam bana iyice yaklaştı. Senden yüz çevirmekten dönüş zamanım gelip çattı! Eğer senin hilmin olmasaydı ecelim beni kapsamazdı. Eğer affın olmasaydı senin katındaki nimet için emelim yayılmazdı'. Sonra gidip beni bıraktı. Bu mânâda şu şiirleri söylemişlerdi: "Zayıf cisimli, mahzun kalplidir. Onu ya dağın bir deresinde veya bir vâdinin içinde görürsün! Ağır günahlardan ötürü matem tutup ağlar. O günahların ağırlığı uykunun keyfini kaçırır. Eğer onun korkuları kabarıp fazlalaşırsa onun duası 'Ey güvendiğim! Beni kurtar! Sen çektiklerimi biliyorsun! Kullarının kayışlarını çokça affedicisin!' olur".
Yine aynı durumla ilgili şu şiir söylenmiştir:
Güzel hüllelere bürünerek geldiklerinde, güzel kadınlarla lezzetlenmekten daha lezzetlidir. O tevbe edici ki aile efradından ve maldan kaçmıştır. Bir yerden bir yere seyahat eder ki şan ve şöhreti gizlensin! Fert olarak yaşasın! İbadette temennilerini elde etsin! Nereye giderse okumak ona lezzet verir! Kalp ve dil ile yapılan zikir ona zevkli gelir. Ölüm çağında ona bir müjdeci gelir. Ona zilletten kurtuluş müjdesini verir.
Dolayısıyla o, kasdettiğine ve cennet köşklerinde temenni ettiği saadete varır!
Kurrez b. Vebr50 hergün üç defa Kur'an'ı hatmederdi. İbadetlerde, nefsiyle son derece mücâhede ederdi. Kendisine 'Nefsini yordun!' dendi. Bu suali sorana şöyle sordu: 'Dünyanın ömrü ne kadardır?' Bunun üzerine 'Yedibin (7.000) senedir!' denildi. O yine 'Kıyamet gününün miktarı nedir?' diye sordu. 'Ellibin (50.000) senedir!' denildi. Bunun üzerine Kurrez şöyle dedi: 'Sizden bir kimse, o uzun günden emin olmak için yedi gün amel etmekten nasıl aciz olur?'
Kurrez şunu kastediyor: Eğer sen dünyanın sonuna kadar yaşasan, yedibin sene var kuvvetinle ibadet etsen ve miktarı ellibin sene olan bir günden kurtulsan senin kârın çok olur ve yine de böyle bir zahmetle bugünün kurtuluşunu talep etmeye değer. Ömrün kısa olduğu ve ahiretin de sonsuz olduğu bir durumda nasıl değmez?
İşte selef-i sâlihinin sîreti, nefsin murâbete ve murâkabesi böyle idi. Bu bakımdan ne zaman ki nefis sana karşı inatçılık eder, ibadete devam etmekten imtina ederse, sen bu kimselerin hallerine mütalaa et! Çünkü şu zamanda onlar gibisinin varlığı pek nadirdir.
Eğer onlara uyan bir kimseyi görürsen bu, kalp için daha tesirli olur ve onlara uymaya daha teşvik edici olur; zira haber, hiçbir zaman gözle görmek gibi değildir. Sen böyle bir kimseyi görmekten aciz olduğunda bari bu kimselerin hallerini dinlemekten gafil olma! (Darb-ı meselde şöyle denmiştir): 'Eğer deve olmasa keçi (olsun)'.
Akıllılar, hâkimler, din hususunda basiret sahipleri onlar olduğu için nefsini, onlara uymak, onların zümresinden ve cemaatinden olmak ile zamanının gafil ve cahillerine uymak arasında muhayyer bırak! Sakın hiçbir zaman ahmakların ipine takılmaya razı olma! Ahmaklara benzemeye kanaat etme! Akıllılara muhalefet etmesine izin verme! Eğer nefsin sana 'Bahsi geçen kimseler güçlüdür. Senin onlara uyma imkânın ve gücün yoktur' derse, bu takdirde cihad eden kadınların hallerini mütalaa et ve nefsine de ki: 'Ey nefis! Sakın bir kadından daha geride olmaya razı olma! Din ve dünyası hususunda bir kadından daha eksik olan erkek ne kötü erkektir!' Öyleyse biz var kuvvetiyle cihad etmiş kadınların hallerinden bir nebzecik bahsedelim.
Habibe el-Adeviyye'den51 şöyle rivayet ediliyor: Bu kadın yatsı namazını kıldığında evinin terasına çıkar, eşarbını sağlamca bağladıktan sonra şöyle derdi: 'Yarab! Yıldızlar daldıkça daldılar. Gözler uyudu! Sultanlar kapılarını kilitledi. Her dost dostuyla başbaşa kaldı. Bu ise, senin huzurundaki makamımdır'.
Bunları söyledikten sonra namaza yönelirdi. Fecir doğduğunda şöyle dedi: 'Ey rabbim! İşte gece geçip gitti! İşte gündüz ağardı. Keşke bu gecemi benden kabul ettiğini bilseydim de rahat edebilseydim! Yüzüme çarptığını bilsem de nefsime 'geçmiş olsun' ziyaretine gitsem. Senin izzetine yemin ederim, beni yeryüzünde bıraktığın müddetçe bu benimle senin âdetin olacaktır. Senin izzetine yemin ederim, cömertlik ve kereminden ötürü beni kapından kovsan yine gitmem!'
Ücre (Basra'lıdır) hatun fecir zamanı geldiğinde mahzun bir ses ile şöyle dua ederdi: '(Ey Rabbim!) Âbidler gecenin karanlığını, sana doğru yönelmekle katettiler. Senin rahmetine doğru yarıştılar. Mağfiretinin faziletine koştular. Ey mâbudum! Senin (yardımın)la istiyorum, başkasıyla istemiyorum. Beni sebkat edenlerin zümresinin birinci safında kıl! Nezdinde mukarreblerin derecesine, illiyyin'e beni yükselt! Salih kulların arasına beni ilhak eyle! Ey kerîm! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdisin'.
Bunları söyledikten sonra secdeye kapanır, ondan bir feryat işitilirdi. Sonra durmadan dua eder, fecir vaktine kadar ağlardı.
Yahya b. Büstam der ki: "Ben Şa'vane52 hatunun meclisine giderdim. Onun matem ve ağlamasını görürdüm. Bir arkadaşıma 'Eğer Şa'vane hatun tek başına kaldığında ona gelip nefsine biraz şefkat göstermesini söylesek!' dedim. Arkadaşım 'Sen bilirsin!' dedi. Onun huzuruna gelip dedim ki: 'Nefsine şefkat göstersen, bu durum senin kasdettiğin hedef hususunda sana daha fazla yardımcı olur'. Bunun üzerine o, ağlayıp şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! İsterim ki gözyaşlarım bitinceye kadar gözyaşlarımı dökeyim. Sonra azalarımın hiç birinde bir damla kan kalmayıncaya kadar kan ağlamış olayım! (Öyle ise) ben ağlıyor sayılmam, ben ağlıyor sayılmam!' Böylece bu cümleyi, bayılıp düşünceye kadar durmadan tekrar etti".
Muhammed b. Muaz53şöyle anlatıyor: Âbide hanımlardan biri bana şöyle dedi: Rüyamda cennete konulduğumu gördüm. Baktım ki cennet ehli, cennetin kapılarında bekleşiyorlar.
- Cennet ehlinin durumu nedir, niçin böyle bekleşiyorlar?
- Çıkıp gelmesi için cennetlerin süslendiği şu hanımı bekliyorlar.
- O hanım kimdir?
- Übelle54 halkından siyah bir cariyedir. Ona Şa'vane denilir.
- Allah'a yemin ederim, o ahiret bacımdır!
Ben o durumda iken baktım ki Şa'vane, kendisini havada uçu-ran bir deveye binmiş geliyor. Onu gördüğümde 'Ey kızkardeşim!Sen kendi yerine nisbeten benim yerimin nasıl olduğunu görmez misin? Benim için Mevlândan dile de beni de sana ilhak etsin olmaz mı?' dedim. Bunun üzerine, yüzüme tebessüm ederek şöyle dedi: 'Senin geleceğin daha yaklaşmadı. Fakat benden iki şeyi hıfzet:
a) Üzüntüyü kalbinden ayırma!
b) Allah'ın muhabbetini hevâ-i nefsine tercih ederek takdim kıl! (Bunu yaptığında) ne zaman ölürsen artık sana zarar vermez'.
Abdullah b. Hasan55 (r.a) dedi ki: Rum asıllı bir cariyem vardı. Onu çok seviyordum. Bir gece yanımda uyuyordu. Uyandım, onu aradım, fakat bulamadım. Kalkıp onu takip ettim. Baktım secdeye kapanmış şöyle diyordu: Beni sevmenin hakkı için günahlarımı affeyle!' Bunun üzerine ona 'Beni sevmenin hakkı için' deme 'Seni sevmemin hakkı için!' de, dedim. Bu ısrar üzerine bana dedi ki: 'Hayır efendim! O beni sevmesiyle putperestlikten çıkarıp İslâm'a getirdi. Beni sevmesinden dolayı gözümü uykudan açıverdi. Oysa O'nun kullarından birçok kimse şimdi uyku halindedirler'.
Ebu Haşim Kureşî şöyle anlatıyor: Yemen ehlinden Seriye adlı bir kadın Mekke'ye geldi. Bir mahallemizde konakladı. Ben geceleyin onun inlemesini ve çığlık koparmasını işitiyordum. Bir gün hizmetkârıma dedim ki: 'Şu kadıncağızın durumuna git bak, ne yapıyor?'
Hizmetkâr bu sözüm üzerine kadının durumuna bakmak üzere gitti. Onun herhangi birşey yaptığını görmedi. Ancak o, kıbleye doğru oturduğu halde gözünü gökten çevirmiyor ve şöyle diyordu: 'Seriye'yi sen yarattın. Sonra onu bir halden diğer bir hale geçmek için nimetinle gıdalandırdın. Oysa senin bütün hallerin güzeldir. Seriye'nin nezdinde senin belanın tamamı hoştur. Seriye bununla beraber, zaman zaman, senin masiyetine atılmak sure-tiyle öfkene maruz kalıyor. Onun, kötü fiilini görmediğin zannına kapıldığını görmüyor musun?' Sen alîm ve habîrsin? Her şeye kâdirsin!'
Zünnûn-i Mısrî şöyle diyor: "Bir gece Ken'an vadisinden çıktım. Vadinin tepesine vardığımda bana doğru gelen bir karaltı gördüm. O karaltı şöyle deyip ağlıyordu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
Karaltı bana yaklaştığında, baktım ki sırtında yünden bir cübbe olan bir kadın... Elinde bir kova... Benden ürkmeksizin rahatlıkla 'Sen kimsin?' diye sordu. 'Garip bir kişiyim' dedim. Bunun üzerine dedi ki: 'Ey kişi! Allah ile beraber gariplik var mı?' Onun sözünden ötürü hüngür hüngür ağladım. Bunun üzerine bana dedi ki: 'Seni ağlatan nedir?' Dedim ki: İlâç, parçalanan bir yaranın üzerine düştü. Onun çok çabuk iyileşmesini sağladı'. Dedi ki: 'Eğer doğru bir kimse isen neden ağladın?' Dedim ki: 'Allah sana rahmet etsin! Doğru kimse ağlamaz mı?' Dedi ki: 'Hayır! 'Neden?' dedim. 'Çünkü ağlamak kalbin rahatıdır da işte ondan!' dedi. şöyle Böylece onun sözünden hayrete kapılarak sustum".
Ahmed b. Ali şöyle diyor: Gufeyre (Basralıdır) hatun'un huzuruna girmek için izin istedim. O bizi içeri girmekten menetti. Böylece kapıda bekledik. Kapıda beklediğimizi anlayınca kalkıp bize kapıyı açmak istedi. Dinledim şöyle diyordu: 'Yârab! Gelip de beni zikrinden meşgul edenin şerrinden sana sığınıyorum!' Sonra kapıyı açtı. Onun huzuruna vardık ve kendisine dedik ki: 'Ey Allah'ın kulu! Bize dua et!' Dedi ki: 'Allah sizin ziyafetinizi mağfiret evinde kılsın!' Sonra bize dedi ki: 'Atâ Sülemî kırk sene durup göğe bakmadı. Birgün ondan bir bakış, göğe doğru kaydı. O düşüp bayıldı, karnında bir çatlak meydana geldi. Keşke Gufeyre de (kendisini kastediyor) başını kaldırdığında günah işlemeseydi. Keşke Allah'a isyan ettiğinde geri dönmeseydi!'
Sâlihlerden biri şöyle diyor: "Birgün beraberimde Habeşli bir cariye olduğu halde pazara vardım. Cariyeyi pazarın kenarlarında bir yerde durdurdum. Birtakım ihtiyaçlarımı almak üzere pazara daldım ve dedim ki: 'Yanına dönüp gelinceye kadar buradan sakın kıpırdama!' Geri dönünce onu orada bulamadım. Fazlasıyla öfkelendiğim halde eve vardım. Beni görünce yüzümden öfkeli olduğumu hemen anladı ve dedi ki: 'Bana ceza vermekte acele etme! Beni öyle bir yere oturttun ki orada Allah'ı zikreden kimseyi göremedim. O yerle birlikte yere batmaktan korktum'. Cariyenin bu sözüne taaccüb ettim ve ona dedim ki: 'Sen azad edilmiş bir hanımsın!' Bunun üzerine bana 'Kötü bir iş yaptın! Sana hizmet ediyordum. İki ecrim vardı. Şimdi ise o ecirlerden biri elimden kaçtı' dedi".
İbn A'lâ es-Sa'dî şöyle diyor: "Benim bir amcam kızı vardı. Adı Bureyde idi. İbadete dalar, Kur'an'ı çokça okurdu. Ne zaman ateşten bahseden bir ayet okusa ağlardı. İki gözü kör oluncaya kadar ağladı. Bunun üzerine amcazadeleri dediler ki: 'Gelin şu kadıncağıza varalım! Çok ağladığı için onu kınayalım!' Böylece kadının yanına vardık ve dedik ki: 'Ey Bureyde! Nasıl sabahladın?' Cevap olarak dedi ki: 'Biz garip bir yerde çadır kuran misafirler olarak sabahladık. Ne zaman çağrılacağız da icabet edeceğiz diye bekliyoruz'. Bu sözler üzerine ona dedik ki: 'Bu ağlama ne zamana kadar devam edecektir? İki gözün neredeyse ağlamaktan kör oldu!' Bunun üzerine dedi ki: 'Eğer gözlerim için Allah katında hayır varsa, dünyada onlardan giden onlara zarar vermez. Eğer Allah katında onlar için şer varsa, ağlamak gelecekte bundan daha uzu-nunu onların şerrine ekleyecektir'. Sonra yüzünü bizden çevirdi. Bu manzara karşısında gelenler 'Haydi gidelim! Allah'a yemin olsun, bu kadıncağız bizim içinde bulunduğumuz hâle benzemeyen bir hâl içerisinde bulunuyor!' dediler".
Muaze Adevîye56 hatun, gündüz olduğunda 'Bu öleceğim gündür!' derdi. Böylece akşama kadar yemezdi. Gece geldiğinde 'Bu öleceğim gecedir!' der sabaha kadar namaz kılardı.
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle diyor: "Bir gece Rabia Hatun'un yanındaydım. O, şahsına mahsus olan bir mihraba girdi. Ben de evin bir köşesindeydim. O seher zamanına kadar durmadan ibadet etti. Seher geldiğinde 'Bize bu geceyi ihyâ etmek kudretini verenin mükâfatı nedir?' Cevap olarak O'nun mükâfatı yarın onun için oruç tutmaktır!' dedi".
Şa'vane Hatun duasında şöyle derdi: Ey rabbim! Senin mülakatına çok fazla bir iştiyakım var? Senin mükâfatına pek büyük ümidim var! Sen öyle bir kerîmsin ki senin katında ümit edenlerin ümidi boşa çıkmaz. Senin katında şevk sahiplerinin şevki mânâsız kalmaz.
Ey rabbim! Eğer ecelim yaklaşmış, amelim de beni sana yaklaştırmamış ise, ben günahımı itiraf etmemi hastalıklarımın vesileleri kılıyorum. Eğer sen affedersen, bunu senden daha iyi kim yapabilir? Eğer azap verirsen, orada senden daha âdil kim olabilir?
Ey rabbim! Nefsime bakmak hususunda onu günaha soktum. Ancak onun için senin bakışının güzeliği kaldı. Eğer onu said kılmazsan, ona azap olsun!
Ey rabbim! Sen hayatım boyunca bana iyilik yapansın. Ölümümden sonra da iyiliği benden kesme! Hayatım boyunca beni ihsaniyle sevk ve idare edenden rica ettim ki affıyla ölümüm anında ihtiyacımı gidersin!
Ey rabbim! Ölümümden sonra senin bakışının güzelliğinden nasıl ümitsiz olayım? Sen, hayatımda güzellik-ten başkasını bana vermiş değilsin.
Ey rabbim! Günahlarım beni korkutmuş ise de muhakkak senin bana olan sevgin beni muhafaza etmiştir. Öyleyse şânına yakışır bir şekilde benim işimi idare et. Fazlınla ce-haleti kendisini aldatan bu kuluna yönel!
Ey ilâhî! Eğer benim rezaletimi isteseydin, bana hidayet et-mezdin. Eğer benim zilletimi kasdetseydin hepi dünyada örtmezdin. Bu bakımdan bana hidayet ettiğin şey ile beni nimetlendir. Beni üzerinde öldürdüğün durumu benim için devam ettir.
Ey rabbim! Hayatımı tükettiğim bir şeyden beni çevireceğini zannetmem!
Ey rabbim! Eğer yapmış olduğum günahlar olmasaydı senin azabından korkmazdım. Eğer senin cömertliğini bilmeseydim senin sevabını ummazdım.
Havvâs (İbrahim b. Ahmed) şöyle diyor: "Biz âbide biri olan Rahle Hatun'un yanına gittik. Bu mübarek hatun simsiyah kesilinceye kadar oruç tutmuş, gözleri kör oluncaya kadar ağlamış, kö-türüm oluncaya kadar namaz kılmıştı. Hâlâ oturarak namaza devam ediyordu. Biz ona selâm verdik. Sonra ona, içinde bulunduğu durumu biraz kolaylaştırmak için, Allah'ın affından bir şeyi zikrettik. Bunun üzerine o bir çığlık kopararak şöyle dedi: 'Nefsimi bilmem kalbimi yaraladı, ciğerimi parçaladı. Allah'a yemin ederim Allah'ın beni yaratmamış olmasını isterdim. İsterdim ki anılan birşey olmayaydım!' Bu sözleri söyledikten sonra namazına yöneldi''.
Ey okuyucu! Eğer nefsini murâkabe ve murâbete eden (gözeten) kimselerden isen, var kuvvetiyle ibadet eden erkek ve kadınların hallerini mütalaa etmekten ayrılma ki şevkin kabarsın, ibadete karşı isteğin artsın! Sakın zamanının ehline bakma! Zira eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Bütün kuvvetleriyle ibadete dalanların hikâyeleri sayılmayacak kadar çoktur. Bizim anlattıklarımız ibret almak isteyen bir kimse için kâfidir. Eğer daha fazlasını istiyorsan, Hilyet'ul-Evliyâ adlı kitabın mütalaasına devam et; zira o kitab, ashab-ı kirâm'ın, tâbiînin ve tâbiînden sonrakilerin hallerini anlatmaktadır. Ona vâkıf ol-makla senin ve zamanındaki insanların din ehlinden ne kadar uzak olduğunuz açığa çıkar. Eğer nefsin sana 'Zamanının ehline bak!' diye vesvese verir ve sana 'O geçmiş zamanda hayrın kolayca yapılması, yardım edenlerin çok olmasından dolayı idi. Şimdi ise, bu zamanın ehli muhalefet ettiler. Eğer böyle yaparsan sana deli derler, seninle alay ederler. Bu bakımdan sen de onlara uy. Onların üzerine ne icra edilirse senin üzerine de o icra edilsin. Musibet umumî olduğunda güzelleşir!' derse, sakın onun aldatma ipiyle kuyuya inme! Onun tezvirine aldanma! Ona şöyle de: 'Ey nefis! Bana söyler misin, şehir halkına silip süpüren bir sel gelse, onlar halin hakikatini bilmediklerinden yerlerinden kıpırdamayıp tedbir almasalar, sen onlardan ayrılıp boğulmaktan seni kurtara-cak bir gemiye binebilirsin, acaba bu durumda 'Musibet umumî olduğu zaman kolaylaşır' diye birşey senin aklına gelir mi? Veya onlara uymayı terkedip onların yaptıklarından ötürü cahilliklerine hükmeder, gelecek musibetten kurtuluşa baş mı vurursun?'
Ey nefis! Madem ki boğulmak korkusuyla, onlara uymayı terkediyorsun oysa boğulmanın zahmeti ancak bir saat ruh çıkıncaya kadar uzayabilir acaba her an maruz bulunduğun ebedî azabdan nasıl kaçmazsın? Acaba musibet umumî olduğunda nasıl hoşlanırsın? Oysa ateş ehlini, umum ve hususa bakmaktan meşgul edecek bir durum vardır. Oysa kâfirler de ancak zaman-larının ehline uyduklarından helâk oldular.
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk! Biz de onların izlerine uyarız.(Zuhruf/23)
Madem ki durum budur, nefsini kınamakla meşgul olduğunda, onu bütün kuvvetinle ibadet yapmaya teşvik ettiğinde o isyan ederse, onun cezalandırmayı, kınamayı, tehdid etmeyi, nefsine kötü bakmayı ihmal etme! Böyle yaparsan umulur ki o,tuğyanından vazgeçer!
36) İmam Ahmed, Zühd, (mevkuf olarak)
37) Sîka bir zattır.
42) Künyesi Ebu Abdurrahman'dır. Basra'nın Harbiyye mahallesinde otu-
rurdu. Şâyan-ı itimad bir âbid idi. H. 213'de vefat etmiştir.
43) Basralı bir âbiddir, H. 149'da vefat etmiştir.
44) İsa Ebherî'nin oğludur.
45) Künyesi Ebu İtab'dır. Kûfeli'dir. İbn Mehdi'ye göre Kûfe'de ondan daha
hafızı yoktu. İbrahim Nehaî'nin ashabındandı. H. 132'de vefat etmiştir.
46) Bu zat, Basralı bir tâbiîndir. İbn Abdikays diye bilinirdi.
47) Adı Abdullah b. Sevban'dır. Tâbiînin zâhidlerindendir.
48) Ebu Abdullah Medine'lidir. İmam Ahmed onu güvenilir bir kimse
olduğunu söylemiştir. H. 132'de 72 yaşında vefat etmiştir.
49) Adı Zem'a b. Salih Cündî'dir. Yemenlidir. Mekke'de otururdu.
50) Aslen Kûfelidir. Cürcan'da otururdu. Etba-i Tâbiînden sayılırdı. İbadette şöhreti ve büyük mevkîi vardı.
51) Basralı bir âbide hanımdır.
52) Fudayl b. İyaz'ın çağdaşı âbide bir hatun idi.
53) Basralıdır ve güvenilir bir zattır. H. 323'de vefat etmiştir.
54) Übelle, Basra'ya dört fersahlık bir mesafede bulunan bir yerdir.
55) Hz. Hasem'in torunudur.Künyesi Ebu Muhammed'dir.Yetmiş beş yaşında H. 145'de vefat etmiştir.
56) Abdullah'ın kızı Muaze; Basralı Sile b. Eşyem'in hanımı idi, Güvenilir ve hüccet idi. Kocasının ölümünden sonra ölünceye kadar başını yastığa koymadığı söylenir.
İşte Allah için çalışanlar böyle yaparlardı. Nitekim Hz. Ömer, cemaatle ikindi namazını kaçırdığında, kıymeti ikiyüzbin (200.000) dirhem olan bir arazisini, sadaka vermek suretiyle nefsini cezalandırmıştır.
İbn Ömer, cemaatle namazı kaçırdığında, o gecenin tamamını sabaha kadar ibadetle ihyâ ederdi. Akşam namazını iki yıldız çıkıncaya kadar geciktirdiğinde iki köleyi azad etti.
İbn Ebî Rebia, sabah namazının iki rek'atını kaçırdığından bir köle azad etmiştir.
Seleften bir zât bir senelik orucu veya haccetmeyi veya bütün malını sadaka vermeyi nefsine gerekli kılıyordu. Bütün bu hareketler, nefsi murâbete ve kurtuluşuna vesile olan şey ile muâheze etmektir.
Soru: Nefsim mücâhede ve virdlere devam etmek hususunda bana uymazsa, onu tedavi etmenin yolu nedir?
Cevap: Bu hususta senin yolun, müctehidlerin (fazla ibadet edenlerin) fazileti hakkında, haberlerde vârid olan şeyleri nefsine duyurmandır.
Tedavi sebeplerinin en faydalısı, ibadette var kuvvetiyle çalışan kullardan birinin sohbetini dinleyip, onun sözlerini mülahaza edip ona uymaktır.
Seleften bir zât şöyle demştir: 'Bana ibadet hususunda gevşeklik geldiğinde Muhammed b. Vâsi'in durumuna bakar, onun hummalı çalışmasını gözden geçirirdim ve bunun üzerine birkaç hafta ibadet ederdim'.
Ancak bu tür tedavi bazen çok zorlaşır. Çünkü şu zamanda geçmişlerin çalışması gibi, ibadette çalışan bir kimse yoktur. Bu bakımdan görmek yerine dinlemek daha uygundur. O halde, selefin hallerini işitmekten, haberlerini mütala etmekten ve içinde bulundukları hummalı çalışmalarını dinlemekten daha faydalı birşey yoktur. O zatların yorgunlukları sona erdi. Sevapları ebedî kaldı. Nimetleri kesilmeksizin daimî oldu. Öyleyse onların mülkü ne büyüktür! Onlara uymayan bir kimsenin üzüntüsü ne şiddetlidir! Böyle bir kimse nefsin istekleriyle kendini avutur. Sonra ona ölüm gelir. Böylece ölüm, onunla her isteği arasına ebedî bir şekilde girer. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.
Biz var kuvvetiyle çalışanların vasıflarından ve faziletlerinden, onlara uyması için müridin çalışmadaki rağbetini harekete geçiren şeyleri burada zikredelim;
zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah o kavimlerden razı olsun ki halk onları hasta zanneder. Oysa onlar hasta değildir.36
Hasan Basrî şöyle demiştir: Onları ibadet yormuştur: Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü'minûn/60)
Hasan Basrî sonra bu ayet hakkında şöyle demiştir: 'Onlar amellerden yaptıklarını yaparlar. Buna rağmen bu amelin kendilerini Allah'ın azabından kurtaramayacağından korkarlar'.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ömrü uzamış, ameli güzelleşmiş kimseye cennet vardır.
Rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ, meleklerine hitaben şöyle buyurmuştur:
- Fazlasıyla çalışan kullarımın durumu nedir?
- Ey rabbimiz! Onları bir şeyle korkuttun. Onlar korktular. Onları bir şeye teşvik ettin. Onlar da ona müştâk oldular!
- Eğer kullarım beni görseydiler, çalışma bakımından daha şiddetli olurlardı! Bu nasıl olur?
Hasan Bâsrî şöyle demiştir:
Ben bazı kimselere yetiştim. Onların bazı gruplarıyla arkadaşlık yaptım. Onlar dünyanın yönelip gelen hiçbir şeyiyle sevinmez. Dünyanın kaçan hiçbir şeyiyle üzülmezlerdi. Yemin ederim, dünya onların gözünde, şu ayaklarınızla çiğnediğiniz topraktan daha düşük idi. Onlardan birinin bütün hayatı boyunca bir elbisesi katlanmamıştır ve hiçbir za-man, aile efradına bir yemek yapmalarını emretmemiştir.
Bedeni ile toprak arasına hiçbir şey bırakmamıştır. Onları rablerinin kitabı ve peygamberlerinin sünnetiyle âmil oldukları bir durumda buldum. Gece karanlığı onları kap-ladığında azalar üzerinde durup yüzlerini yere yayarlardı. Gözyaşları yanakları üzerine akardı. Boyunlarının azad edilmesi hususunda rablerine münâcât ederlerdi. İyi bir şey yaptıklarında işlediklerinde onunla sevinirler, onun şükrüne devam ederlerdi. Allah Teâlâ'dan o iyiyi kabul etmesini dilerlerdi. Kötü birşey yaptıklarında bu durum onları üzer, Allah Teâlâ'dan o kötüyü affetmesini dilerlerdi. Allah'a yemin ederim, onlar böyle idiler ve bunun üzerinde idiler. Allah'a yemin ederim, onlar (buna rağmen) günahlardan uzak kalamadılar. Ancak mağfiret ile kurtuldular.
Hikâye olunur ki bir grup, hastalığında ziyaret etmek maksadıyla Ömer b. Abdülazîz'in huzuruna girdiler. O girenlerin içinde bedenen zayıf bir genç şöyle bulunuyordu. Ömer o gence sordu:
- Gördüğüm duruma seni getiren nedir?
- Ey mü'minlerin emiri! Beni hastalık bu duruma getirdi.
- Allah için bana doğru söyle!
- Ey mü'minlerin emiri! Dünyanın tadını tattım. Onu acı gördüm. Dünyanın parlaklığı, zevki, benim nezdimde, küçüldü, dünyanın altını ile taşı, benim nezdimde, eşit oldu. Sanki ben rabbimin arşına bakıyorum ve görüyorum ki insanlar cennet ve cehenneme sürülüyorlar. Bunun için gündüzümü susuz bıraktım, gecemi uykusuz... İçinde bulunduğum herşey, Allah'ın sevabına nisbeten,o nun cezasına nazaran hiç ve hakîrdir.
Ebu Nuaym şöyle anlatıyor: Dâvud-u Tâî, ekmek yemez, fetit (parçalanmış ekmek) veya (kavut çorbası) içerdi. Ondan 'Neden böyle yaptığı' sorulduğunda dedi ki: 'Ekmeği çiğneyip yemek ile fetiti içmek arasında elli ayeti okuyacak kadar bir zaman vardır'.
Birgün adamın biri Dâvud'un huzuruna girerek: 'Senin tavanında kırılmış bir kalas vardır' dedi. Bunun üzerine Dâvud, gence şöyle dedi: 'Yeğenim! Yirmi seneden beri bu evde bulunuyorum. Bir defa tavana bakmadım!'
Selef fazla konuşmaktan hoşlanmadıkları gibi fazla bakmak-tan da hoşlanmazdı.
Muhammed b. Abdülazîz37 şöyle anlatıyor: Ahmed b. Vezi'nin yanında kuşluktan ikindi namazına kadar oturduk. Ne sağına, ne soluna baktı. Bu husus kendisine sorulunca şu cevabı verdi: 'Allah Teâlâ azametine bakması için gözleri yarattı. Bu bakımdan ibretsiz bakan herkese, o bakıştan dolayı bir günah yazılır'.
Mesruk'un hanımı şöyle demiştir: 'Mesruk daima uzun na-maz kılmaktan ötürü iki bacağı şişmiş bir vaziyette olurdu'.
Yine bu hanım şöyle demiştir: 'Allah'a yemin ederim! Ona olan merhametimden ötürü arkasından oturup ağlıyorum'.
Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Eğer üç şey olmasaydı bir gün dahi yaşamayı istemezdim: Hararetli öğle vakitlerinde Allah için susamak, gecenin yarısında Allah için secdeye kapanmak, meyvenin iyileri seçildiği gibi konuşmanın iyilerini seçen insanlarla oturmak!'
Esved b. Yezid alabildiğine ibadete dalardı. Hararet zamanında oruç tutardı. Öyle ki bedeni sapsarı olurdu. Alkame b. Kays ona 'Neden nefsine işkence ediyorsun?' dedi. O da cevap olarak 'Onun şerefini düşünüyorum' dedi.
Yine o bedeni sararıncaya kadar oruç tutar, düşüp bayılıncaya kadar namaz kılardı. Enes b. Mâlik ve Hasan Basrî huzuruna varıp kendisine 'Allah Teâlâ bütün bunları sana emretmedi!' dediler. O dedi ki: 'Ben ancak mevlâma karşı memlûk bir kulum. Her çeşit zilleti kendime yakıştırırım'.
Fazlasıyla ibadete dalanlardan biri ayakları topal olup ayaktan mahrum oluncaya kadar hergün bin rek'at namaz kıldı. Ayakta kılamaz olunca oturarak bin rek'at namaz kıldı. İkindi namazını kıldığında İhtiba (dizleri dikip makatı üstünde oturmak ve elleri dizlerin altında bağlamak) yaptı. Sonra şöyle dedi: 'Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senin yerine başkasını irade etti? Mahlûklara hayret ediyorum! Nasıl senden başkasına ünsiyet verdi? Mahlûklara hayret ediyorum ki kalpleri nasıl senden başkasının zikriyle nûrlandı?'
- Bu gözyaşlarını neden döküyorsun?
- Allah'ın haklarından geri kalışım için gözyaşı döktüm. O
gözyaş-larının samimi olmayışından korkarak da kan ağladım.
Feth el-Mevsilî'yi öldükten sonra rüya âleminde gördüm ve şöyle sordum:
- Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?
- Beni affetti!
- Gözyaşlarından ötürü ne gibi bir muameleye tâbi tutuldun?
- Rabbim beni huzuruna yaklaştırarak bana şöyle buyurdu: 'Ey Feth! Gözyaşların niçin döküldü?' Cevap olarak 'Ey rabbim! Senin vâcib olan hakkından geri kalışım için böyle yaptım' dedim.
- Neden dolayı kan akıttın?
- Gözyaşlarımın samimi olmayışından korktuğumdan dolayıkan akıttım.
- Ey Feth! Bütün bunlardan neyi kasdettin? İzzet ve celâlim hakkı için kırk seneden beri seni koruyan meleklerim senin sahifeni (amel defterini) huzuruma getirirler. Onda bir hata bulunmadı!
Şöyle anlatılıyor: Bir grup sefere çıktılar. Yolda şaşırarak halktan ayrı yaşayan bir rahibe vardılar. Rahibi çağırdılar. Rahib, manastırından dışarı çıkıp onlara baktı. Dediler ki; 'Ey rahib! Biz yolu şaşırdık. Acaba yol neresidir?' Bunun üzerine rahib, başıyla gök-lere işaret etti. Onlar onun bu işaretinden ne kasdettiğini anladılar ve dediler ki: 'Biz senden yol soruyoruz. Bize yol gösterir misin?' Bunun üzerine rahib onlara 'Sorun, fakat ileri gitmeyin; zira gün geri gelmez, ömür döndürülmez. Tâlib ise var kuvvetiyle çalışmalıdır' dedi. Bu sözler, dinleyenleri hayrete düşürdü ve şöyle sordular:
- Ey rahib! Yarın sultanların nezdinde halk neyin üzerinde olacaktır?'
- Niyetleri üzerinde olacaklardır.
- Bize nasihatta bulun!
Seferinizin uzunluğu nisbetinde azık edinin! Zira azığın en hayırlısı insanı hedefine vardırandır. Sonra rahib onlara yolu gösterdi ve manastırına geri döndü.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle anlatıyor: Çin rahiblerinden birinin manastırının yanından geçtim. 'Ey rahib!' diye onu çağırdığım halde cevap vermedi. İkinci bir defa çağırdım yine cevap vermedi. Üçüncü defa çağırınca, çıktı ve bana bakarak ve şöyle dedi: 'Ey kişi! Ben rahib değilim. Rahib, Allah'tan korkan, Allah'ı tâzim eden, be-lasına sabreden, kaza ve kaderine razı olan, nimetlerinden dolayı Allah'a hamdeden, azametine karşı tevâzu, izzetine karşı zillet gösteren, O'nun kudretine teslim olan, heybetine baş eğen, hesap ve ikabını düşünen kimsedir! Rahibin günü oruçlu, gecesi ibadetli olmalıdır. Rahibi ateşin uğursuzluğu, cebbâr olan Allah'ın suali uykusuz bırakmalıdır. İşte rahib bu kimsedir. Ben ise azmış bir köpeğim. Nefsimi şu manastırda halkı ısırmasın diye hapsettim'. Bunun üzerine dedim ki: 'Ey rahib! Acaba Allah'ı tanıdıktan sonra halkı Allah'tan alıkoyan nedir?' Dedi ki: 'Ey kardeşim! Dünyanın sevgisi ve ziyneti halkı Allah'tan alıkoymuştur. Çünkü dünya, günahların merkezidir. Akıllı o kimsedir ki dünyayı kalbinden atmış, günahından rabbine sığınmış, kendisini rabbine yaklaştırıcı amele yönelmiştir'.
Dâvud-u Tâî'ye: 'Sakalını tarasaydın' denildi. Cevap olarak dedi ki: 'O halde, ben boş bir kimse olurum'.
Üveys (Veysel) Karânî 'Şu gece rükû gecesidir' der ve bütün geceyi bir rek'at ile ihyâ ederdi. İkinci gece olduğunda derdi ki: 'Şu gece secde gecesidir' derdi ve bütün geceyi bir secdeyle ihyâ ederdi.
Utbet'ul-Gulâm tevbe ettiğinde ne yemek, ne de içmek peşine gitmezdi. Bunun üzerine annesi kendisine 'Eğer nefsine şefkat gösterirsen (daha iyi olur)!' dedi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Zaten şefkati arıyorum! Benim yakamı bırak! Az bir zaman zahmet çekeyim de uzun bir zaman nimetleneyim'.
Mesruk hacca gitti. Secde hali hariç hiçbir zaman uyumadı.
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: 'Sabah zamanında kavim, gece yürüyüşünü, ölüm zamanında ise takvâyı överler!' (Darb-ı meseldir).
Abdullah b. Dâvud42 dedi ki: 'Seleften biri kırk yaşına vardığında yatağını kaldırdı ve artık hiçbir gece uyumadı'.
Kehmes b. Hasan43 her gün bin rek'at namaz kılar, sonra nefsine derdi ki: 'Ey her şerrin yuvası! Kalk!' Zayıf düştüğünde beşyüz rek'ata indirdikten sonra ağlar ve şöyle derdi: 'Amelinin yarısı gitti!'
Rebî b. Hüsaym'ın kızı babasına 'Ey babacığım! Neden, halkın uyuduğunu, senin ise uyumadığını görüyorum?' dedi. O da cevap olarak kızına 'Ey kızcağızım! Senin baban düşmanın gece baskınından korkuyor!' dedi.
Rebî'nin annesi, oğlunun ağlamaktan ve uykusuzluktan çektiği sıkıntıyı görünce ona şöyle haykırdı:
- Ey oğul! Sanki birini öldürmüşsün (de onun için böyle yapıyorsun).
- Evet anneciğim! (Birini öldürdüm).
- O kimdir ki gidip onun aile efradından rica edelim de seni affetsinler. Allah'a yemin ederim, eğer onlar senin çektiğini bilseler, sana merhamet ederler ve seni kısastan affederler!
- Ey anneciğim! O öldürülen nefsimdir!
Bişr el-Haris'in yeğeni Ömer'den şöyle rivayet ediliyor: "Dayım Bişr b. Haris anneme derdi ki: 'Ey kızkardeşim! Benim karnım ve yan taraflarım ağrıyor'. Bunun üzerine annem kendisine 'Ağabeyciğim! Bana izin ver ki senin için bir avuç un ile biraz bulamaç yapayım ve onu ye ki açlığın gitsin!' dedi. Bunun üzerine, dayım anneme 'Rahmet olasıca! Allah bu unu nereden aldın derse, ben ne cevap vereceğim!' dedi. Bunun üzerine annem ağladı. Dayım ve ben de birlikte ağlamaya başladık".
Ömer der ki: "Annem, ağabeyi Bişr'deki şiddetli açlığı ve zayıf bir şekilde derinden nefes aldığını görünce, kendisine şöyle dedi: 'Ağabeyciğim! Keşke annem beni doğurmasaydı! Allah'a yemin ederim, bu gördüğüm halinden ötürü ciğerim paramparça oldu!'
Bunun üzerine, dayım anneme hitaben 'Ben de senin gibi derim keşke annem beni doğurmasaydı! Beni doğurduğunda keşke bana karşı memelerinden süt akmasaydı!' dedi".
Ömer diyor ki: Annem gece gündüz dayım için ağlıyordu!
Rebî şöyle anlatıyor: '"Veysel Karanî'ye geldim. Sabah namazını kıldı ve oturdu. Ben de yanına oturdum. Tesbih çekmekten onu alıkoymak istemedim. Böylece, öğle namazını kılıncaya kadar yerinde durdu. Sonra kalkıp ikindiye kadar namaz kılmaya devam etti. İkindi namazından sonra, akşam namazını kılıncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Akşamdan sonra, yatsıyı kılıncaya kadar mekanından ayrılmadı. Sonra sabah namazını kılıncaya kadar yerinden ayrılmadı. Sabah namazını kıldıktan sonra oturdu, gözlerinde uyku alâmeti ve şöyle dedi: 'Ey Allahım! Çokça uyuyan bir gözün şerrinden ve doymayan bir midenin kötülüğünden sana sığınıyorum!' Bunları gördükten sonra dedim ki: 'Ondan bu ka-darcık bana kâfidir!' Sonra döndüm".
Bir kişi Veysel Karanî'ye baktı ve şöyle dedi: 'Ey Ebu Abdullah! Neden seni hasta gibi görüyorum?' Dedi ki: 'Üveys neden hasta olmasın? Hastaya yedirilir, oysa Üveys yiyici değildir. Hasta uyur, oysa Üveys uyuyucu değildir!'
Ahmed b. Harb şöyle dedi: 'Üstünde cennet süslendiği, altında cehennem kızıştırıldığı halde yatıp uyuyan adamın haline hayret ediyorum'.
Âbidlerden bir kişi şöyle anlatıyor: İbrahim b. Edhem'in yanına vardım. Yatsı namazını kıldığını gördük. Oturup onu bekledim. Bedenine bir aba sardı. Sonra kendisini yere attı. Fecir doğuncaya kadar bütün gece bir yandan öbür yana kendisini çevirmedi. Müezzin ezan okudu. O, namaza kalktı abdestini yenilemedi. Bu durum, benim kalbimde şüphe bıraktı. Bu bakımdan kendisine 'Allah sana rahmet etsin! Bütün gece uzanarak yattın, uyudun. Sonra abdesti yenilemiyorsun?' dedim. Cevap olarak dedi ki: 'Ben bütün gece, bazen cennetin bahçelerinde, bazen de cehennemin derelerinde gezip durdum. Acaba bu durumda uyku olur mu?'
Sâbit el-Bennânî şöyle demiştir: 'Ben bazı şahıslara yetiştim. Onlardan biri öyle namaz kılardı ki ayaktan düşüp yatağına ancak sürünerek gelebilirdi'.
Denildi ki: Ebu Bekir b. Ayyaş, kırk sene yanını döşek üzerine koymadı! Gözlerinin birine su geldi. Yirmi sene bu durumda durduğu halde aile efradı bundan haberdar olmadı!
Semnun'un virdinin hergün beşyüz rek'at namaz olduğu söylenmiştir.
Ebu Bekir Mutavvî'den44 şöyle rivayet ediliyor: 'Gençliğimde, her gün ve her gece, benim virdim otuzbirbin defa (veya kırkbin (40.000) defa) 'Kulhuvallahu ehad'i okumaktı'. (Adeddeki şüphe râvînindir).
Mansur b. Mu'temer'i45 gördüğümde derdim ki: 'Bu felaketzede bir kimsedir. Gözü kırık, sesi boğuk, gözleri yaşlı!' Onu hareketlendirirsen, gözlerinden iki çift damla akardı. Annesi kendisine 'Bu nefsinin başına getirdiğin nedir?' Bütün gece ağlıyor, hiç sus-muyorsun! Ey oğlum! Yoksa birini mi öldürdün!' dedi. Bu sual karşısında annesine şöyle dedi: 'Ey anneciğim! Ben nefsime ne yaptığımı daha iyi bilirim!'
Amir b. Abdullah'a46 'Gecenin uykusuzluğuna, hararetli günlerin susuzluğuna nasıl sabrediyorsun?' denildi. Dedi ki: 'Gündüzün yemeğini geceye, gecenin uykusunu da gündüze naklettim. Bunun dışında birşey yapmadım. Bunda tehlikeli bir durum yok!'
O derdi ki: 'Cennet gibisini görmedim ki onu isteyen uyusun. Cehennem gibisini görmedim ki ondan kaçan uyusun!'
Gece geldiğinde derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu silip götürdü!' Böylece sabaha kadar uyumazdı. Gündüz olduğunda derdi ki: 'Ateşin harareti uykuyu götürdü!' Böylece akşama kadar uyumazdı. Gece geldiğinde derdi ki: 'Korkan bir kimse bütün gece yürür! Sabah olunca halk, onun gece yürüyüşünü över!' (Meşhur bir darb-ı meseldir).
Bir kişi şöyle diyor: 'Amr b. Abdilkays ile dört ay arkadaşlık yaptım. Ne gündüz, ne gece uyuduğunu görmedim!'
Hz. Ali'nin arkadaşlarının birinden şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali'nin arkasında sabah namazını kıldım. Selâm verdiğinde sağına döndü. Üzerinde bir üzüntü vardı. Böylece güneş doğuncaya kadar durdu. Sonra elini çevirip şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! Ben Muhammed'in (s.a) ashabını gördüm. Bugün onlara benzer kimse görmüyorum. Onlar pejmürde, tozlu topraklı ve benizleri sapsarı olarak sabahlardı. Çünkü bütün gece Allah için secde edip kıyamda bulunmuş, Allah'ın kitabını okurlardı. Dizleri ile alınları arasında uyuklarlardı. Allah'ı zikrettikleri za-man rüzgârlı bir günde ağacın sallanması gibi sallanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar, gözlerinden şakır şakır yaşlar akardı. Sanki bunlar gafil olarak sabahlamışlar!'
Hz. Ali bu son cümle ile etrafındaki insanları kasdetmiştir.
Ebu Müslîm el-Havlânî47 evindeki mescide bir kamçı asmış, nefsini onunla korkutarak şöyle derdi: 'İbadete kalk! Allah'a yemin ederim, seni öyle bir yürütürüm ki benden değil, senden yorgunluk gelsin!'
Nefsi gevşekliğe daldığında Ebu Müslîm, kamçısını alıp onunla baldırını döver ve şöyle derdi: 'Ey baldır! Sen devemden, dövülmeye daha lâyıksın!' O şöyle diyordu: 'Hz. Muhammed'in ashabı, sadece kendilerinin mi onu nefislerine tercih ettiğini zannediyorlar? Hayır! Allah'a yemin ederim! Bu hususta onlarla amansız bir yarışmaya girişeceğiz ki onlar arkalarında erkekler bırakmış olduklarını bilsinler'.
Saffan b. Selim'in48 gece ibadetinden ötürü baldırları şişmişti. Çalışmaktan öyle bir duruma gelmişti ki eğer kendisine 'Yarın kıyamet kopacaktır' denilseydi bile bu çalışmadan fazlasını yapa-mazdı. Kış geldiğinde soğuğun kendisini uyutmaması için evinin damında yatardı. Yaz geldiğinde evin içinde uzanıyordu ki sıcaklığı hissedip uyumasın! Secde halinde iken vefat etti. Şöyle derdi: 'Ey Allahım! Seninle buluşmayı istiyorum. O halde sen de benimle buluşmayı iste!'
Kasım b. Muhammed şöyle anlatır: "Birgün sabahleyin evden çıktım. Âdetimdi, sabahleyin çıkınca halam Âişe'ye uğrar, selâm verirdim. Yine bir gün, sabahleyin onun odasına gittim. Baktım ki kuşluk namazını kılıyor ve şu ayeti okuyordu:
Allah bize lütfetti de bizi delikçiklere işleyen azaptan korudu.(Tûr/27)
Hz. Âişe ağlıyor, dua ediyor ve ayeti tekrar tekrar okuyordu. Ben, usanıncaya kadar oturdum. Sonra kalkıp çıktım o hâlâ aynı hâl üzere devam ediyordu. Onun bu durumunu görünce pazara gidip ihtiyacımı göreyim de sonra döneyim!' diye düşündüm. İhtiyacımı gördüm, sonra döndüm. O hâlâ olduğu gibiydi. Ayeti tekrar ediyor, ağlıyor ve dua ediyordu".
Muhammed b. İshak şöyle anlatıyor: 'Abdurrahman b. Esved en-Nehâî hacı olarak bize geldiğinde ayaklarından biri yaralandı. Tek ayak üzerinde durup namaz kılıyordu. Yatsı abdesti ile sabah namazını kılıncaya kadar böyle devam etti'.
Bir kişi şöyle demiştir: 'Ben ölümden korkmuyorum. Ancak benimle gece ibadetimin arasına girer diye korkuyorum'.
Ali b. Ebî Talib şöyle demiştir: 'Salih kimselerin siması; uykusuzluktan benizlerinin sararması, ağlamaktan gözlerinin zayıf görmesi, oruçtan dudaklarının pas bağlamasıdır. Onların üze-rinde korkanların gubârı vardır'.
Hasan Basrî'ye 'Teheccüd namazına kalkanlar neden herkesten daha güzel yüzlüdürler?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Çünkü onlar Rahman ile başbaşa kaldılar. O da onlara kendi nû-rundan bir nûr giydirdi'.
Amr b. Abdilkays derdi ki: "Ey rabbim! Beni yarattın. Fakat benden sormadın. Beni öldürüp haber vermedin. Benimle beraber bir düşman yarattın. O düşmanı kanın gireceği yerlere girecek şekilde bana musallat kıldın. Onun beni göreceği, benim ise onu göremeyeceğim bir şekilde halkettin. Sonra bana 'Ondan korun!' dedin. Ey rabbim! Eğer sen beni korumazsan ben kendimi ondan nasıl korurum! Ey rabbim. Dünyada üzüntüler var. Ahirette ise ceza ve hesap! O halde, istirahat ile sevinmek nerede!"
Câfer b. Muhammed şöyle diyor: Utbet'ul-Gulâm geceyi üç sayha ile bitiriyordu. Yatsı namazını kıldığında başını iki dizinin arasına eğip düşünüyordu. Gecenin üçte biri geçtiğinde bir çığlık koparıyor, sonra başını tekrar iki dizinin arasına koyup düşünüyordu. Gecenin ikinci üçte biri geçtiğinde yine bir çığlık koparıyor ve tekrar başını dizlerinin arasına koyup düşünüyordu. Seher zamanı gelince yine bir çığlık atıyordu. Ben onu Basralı bi-rine sordum. Bana dedi ki: 'Sen onun çığlık koparmasına bakma! İkinci çığlığı atıncaya kadar olan iki çığlık arasındaki haline bak!'
Kasım b. Reşid Şeybanî'den rivayet ediliyor. Zem'a49 Muhasseb. denilen (Mekke yanında bir yerin ismi) yerde bizim yanımızda konakladı. Onun ailesi ve kızları vardı. O kalkıp bütün gece namaz kılardı. Seher olduğunda sesinin en yükseğiyle 'Ey uyuyan kervan! Bütün gece uyuyacak mısınız? Kalkmaz mısınız ki göç etmiş olasınız?' diye bağırırdı. Böylece onlar yataklarından fırlarladı. Şurada bir ağlayan, orada bir dua eden, orada bir okuyan, şurada bir abdest alan görülüyordu. Fecir doğduğunda gür sesiyle 'Sabah olunca kavim gece yürüyüşünü överler' diye bağırdı.
Hukemadan bir zât şöyle demiştir: 'Allah'ın bir kısım kulları vardır ki O onlara nimet etmiş, onlar da Allah'ı tanımışlardır. Allah onların göğüslerini açmış, onlar da Allah'a itaat ve tevekkül etmişlerdir. Böylece halk ve emri Allah'a teslim etmişlerdir. Dolayısıyla kalpleri yakînin kaynakları, hikmetin evleri, azametin tabutları, kudretin hazineleri olmuştur. Bu bakımdan onlar bedenleriyle halk arasında dolaşırlar. Fakat kalpleri melekût âleminde gezer, gaybın perdesine sığınır, sonra beraberinde ince faydalar olduğu halde döner. Beraberinde vasfa gelmesi mümkün olmayan-larla döner. Onlar işlerinin bâtınında, güzellik bakımından, ipekli gibidirler. Zâhirde ise, tevazu bakımından isteyenlere verilen men-dil gibidirler. İşte bu bir yoldur. Buna ancak zahmet çekmekle varılır. Bu Allah'ın fazlıdır, fazlını dilediği kuluna verir'.
Sâlihlerden biri şöyle anlatıyor: "Kudüs-i şerifin bir dağında seyahat ederken bir dereye vardım. Yükselen bir ses duydum. Baktım ki dağlar, o sese cevap veriyor. Fakat onların aksi karşıma
çıktı. Onun üzerine iç içe girmiş ağaçlar gördüm. Baktım ki bir kişi, orada namaza durmuş şu ayeti tekrar ediyordu:
O gün her nefis, yaptığı her hayrı hazır bulacaktır; işlediği her kötülüğü de. O kötülükle kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah Teâlâ sizi kendinden sakındırıyor.(Âlu îmran/30)
O kişinin arkasında oturup konuşmasını dinledim. O bu ayeti tekrarlıyordu. Ansızın bir çığlık atarak düşüp bayıldı. Bunun üzerine dedim ki: 'Yazıklar olsun! O benim şekavetimden böyle oldu!' Sonra onun ayılmasını bekledim. Bir saat sonra ayıldı.
Şöyle diyordu: 'Yalancıların makamından, tembellerin amellerinden sana sığınıyorum. Gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınıyorum!' Sonra şöyle dedi: 'Korkanların kalpleri senden korktu! Kusurluların amelleri sana sığındı. Ariflerin kalpleri senin büyüklüğüne karşı zillet gösterdi'. Sonra elini silkerek şöyle dedi:: 'Benim dünya ile dünyanın da benimle ne alıp vereceği vardır? Ey dünya! Ebna-i cinsinin yakasına yapış! Nimetine ülfiyet veren dostlarının yanına git! Onları kandır!' Sonra dedi ki: 'Geçmiş nesiller nerede! Geçmiş zamanların ehli nerede? Toprakta çürümekte! Zaman üzerinde yok olurlar'. Bu manzara karşısında ona 'Ey Allah'ın kulu! Ben bütün gün arkanda bulunuyorum. Senin boşalmanı bekliyorum' dedim. Buna karşılık bana 'Vakitler ile yarışan bir kimse nasıl boşalır? Vakitlerin ölümle yetişmesinden korkan nasıl boşalır? Günleri geçmiş, günahları kalmış bir kimse nasıl boşalır?' dedi. Sonra şöyle dedi: 'Sen hem O'nun için, hem de gelişini beklediğin her müşkilât içinsin'. Sonra o benden bir saat kadar habersiz oldu ve şu ayeti okudu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
Sonra birincisinden daha şiddetli bir çığlık attı. Bayılarak yere serildi. Ben kendi kendime 'Ruhu çıktı' dedim. Ona yaklaşınca yerde tepindiğini gördüm. Sonra ayıldı ve şöyle dedi: 'Ben kimim? Benim hatırım nedir? Benim kötülüğümü, fazlından bana hibe et! Perdenle beni ört! Vechinin keremiyle huzurunda durduğum zaman günahlarımdan vazgeç!'
Bunun üzerine kendisine 'O Allah ki O'na nefsin için yalvarıyor ve güveniyorsun? O'nun hatırı için benimle konuş!' dedim. Bu ısrarım üzerine şöyle dedi: 'Konuşması sana fayda verenin konuşmasına yapış! Günahlarının ürküttüğü kimseyle konuşmaktan vazgeç! Ben Allah Teâlâ'nın dilediği zamandan beri bu yerdeyim. İblisle mücâhede ediyorum. İblis beni içinde bulunduğum durumdan çıkaracak senden başka bir yardımcıyı bana musallat kılmadı. Ey aldanmış kimse! Benden uzaklaş! Çünkü benim dilimi muattal kıldın. Kalbimin bir tarafını konuşmana meylettirdin. Ben senin şerrinden Allah'a sığınıyorum. Sonra ümit ediyorum ki Allah beni öfkesinden korusun. Rahmetiyle bana fazilette bulunsun!'
Kendi kendime şöyle dedim: 'Bu Allah'ın velî bir kuludur! Onu meşgul edersem Allah'ın cezasına çarpılmaktan korkarım!' Bunun üzerine onu bırakıp gittim".
Salihlerden biri şöyle demiştir: Bir yolculuk sırasında altında istirahat etmek için bir ağaca yöneldim. Bir ihtiyar yanıma gelerek bana şöyle dedi: 'Ey kişi! Kalk! Çünkü ölüm ölmemiştir!' Bu sözü söyledikten sonra başını alıp gitti. Arkasını takip ettim. Şöyle dediğini duydum:
Her can ölümü tadacaktır. (Âlu İmran/185) - Ey Allahım! Ölümü benim için bereketli kıl!
Bunun üzerine dedim ki: 'Ölümden sonraki hali de!' Bu konuşmam üzerine şöyle dedi: 'Ölümden sonraki âleme kesinlikle inanan bir kimse sakınmanın eteğini toparlar. Onun için dünyada kalacak bir yer yoktur'.
Bu konuşmadan sonra şöyle devam etti: 'Ey yüzü suyu hürmetine bütün yüzlerin zahmet çektiği (Allah)! Sana bakarak yüzümü ak eyle! Kalbimi sana olan muhabbetle doldur. Yarın senin katında kınanmanın zilletinden beni koru! Muhakkak ki sana karşı olan utanmam bana iyice yaklaştı. Senden yüz çevirmekten dönüş zamanım gelip çattı! Eğer senin hilmin olmasaydı ecelim beni kapsamazdı. Eğer affın olmasaydı senin katındaki nimet için emelim yayılmazdı'. Sonra gidip beni bıraktı. Bu mânâda şu şiirleri söylemişlerdi: "Zayıf cisimli, mahzun kalplidir. Onu ya dağın bir deresinde veya bir vâdinin içinde görürsün! Ağır günahlardan ötürü matem tutup ağlar. O günahların ağırlığı uykunun keyfini kaçırır. Eğer onun korkuları kabarıp fazlalaşırsa onun duası 'Ey güvendiğim! Beni kurtar! Sen çektiklerimi biliyorsun! Kullarının kayışlarını çokça affedicisin!' olur".
Yine aynı durumla ilgili şu şiir söylenmiştir:
Güzel hüllelere bürünerek geldiklerinde, güzel kadınlarla lezzetlenmekten daha lezzetlidir. O tevbe edici ki aile efradından ve maldan kaçmıştır. Bir yerden bir yere seyahat eder ki şan ve şöhreti gizlensin! Fert olarak yaşasın! İbadette temennilerini elde etsin! Nereye giderse okumak ona lezzet verir! Kalp ve dil ile yapılan zikir ona zevkli gelir. Ölüm çağında ona bir müjdeci gelir. Ona zilletten kurtuluş müjdesini verir.
Dolayısıyla o, kasdettiğine ve cennet köşklerinde temenni ettiği saadete varır!
Kurrez b. Vebr50 hergün üç defa Kur'an'ı hatmederdi. İbadetlerde, nefsiyle son derece mücâhede ederdi. Kendisine 'Nefsini yordun!' dendi. Bu suali sorana şöyle sordu: 'Dünyanın ömrü ne kadardır?' Bunun üzerine 'Yedibin (7.000) senedir!' denildi. O yine 'Kıyamet gününün miktarı nedir?' diye sordu. 'Ellibin (50.000) senedir!' denildi. Bunun üzerine Kurrez şöyle dedi: 'Sizden bir kimse, o uzun günden emin olmak için yedi gün amel etmekten nasıl aciz olur?'
Kurrez şunu kastediyor: Eğer sen dünyanın sonuna kadar yaşasan, yedibin sene var kuvvetinle ibadet etsen ve miktarı ellibin sene olan bir günden kurtulsan senin kârın çok olur ve yine de böyle bir zahmetle bugünün kurtuluşunu talep etmeye değer. Ömrün kısa olduğu ve ahiretin de sonsuz olduğu bir durumda nasıl değmez?
İşte selef-i sâlihinin sîreti, nefsin murâbete ve murâkabesi böyle idi. Bu bakımdan ne zaman ki nefis sana karşı inatçılık eder, ibadete devam etmekten imtina ederse, sen bu kimselerin hallerine mütalaa et! Çünkü şu zamanda onlar gibisinin varlığı pek nadirdir.
Eğer onlara uyan bir kimseyi görürsen bu, kalp için daha tesirli olur ve onlara uymaya daha teşvik edici olur; zira haber, hiçbir zaman gözle görmek gibi değildir. Sen böyle bir kimseyi görmekten aciz olduğunda bari bu kimselerin hallerini dinlemekten gafil olma! (Darb-ı meselde şöyle denmiştir): 'Eğer deve olmasa keçi (olsun)'.
Akıllılar, hâkimler, din hususunda basiret sahipleri onlar olduğu için nefsini, onlara uymak, onların zümresinden ve cemaatinden olmak ile zamanının gafil ve cahillerine uymak arasında muhayyer bırak! Sakın hiçbir zaman ahmakların ipine takılmaya razı olma! Ahmaklara benzemeye kanaat etme! Akıllılara muhalefet etmesine izin verme! Eğer nefsin sana 'Bahsi geçen kimseler güçlüdür. Senin onlara uyma imkânın ve gücün yoktur' derse, bu takdirde cihad eden kadınların hallerini mütalaa et ve nefsine de ki: 'Ey nefis! Sakın bir kadından daha geride olmaya razı olma! Din ve dünyası hususunda bir kadından daha eksik olan erkek ne kötü erkektir!' Öyleyse biz var kuvvetiyle cihad etmiş kadınların hallerinden bir nebzecik bahsedelim.
Habibe el-Adeviyye'den51 şöyle rivayet ediliyor: Bu kadın yatsı namazını kıldığında evinin terasına çıkar, eşarbını sağlamca bağladıktan sonra şöyle derdi: 'Yarab! Yıldızlar daldıkça daldılar. Gözler uyudu! Sultanlar kapılarını kilitledi. Her dost dostuyla başbaşa kaldı. Bu ise, senin huzurundaki makamımdır'.
Bunları söyledikten sonra namaza yönelirdi. Fecir doğduğunda şöyle dedi: 'Ey rabbim! İşte gece geçip gitti! İşte gündüz ağardı. Keşke bu gecemi benden kabul ettiğini bilseydim de rahat edebilseydim! Yüzüme çarptığını bilsem de nefsime 'geçmiş olsun' ziyaretine gitsem. Senin izzetine yemin ederim, beni yeryüzünde bıraktığın müddetçe bu benimle senin âdetin olacaktır. Senin izzetine yemin ederim, cömertlik ve kereminden ötürü beni kapından kovsan yine gitmem!'
Ücre (Basra'lıdır) hatun fecir zamanı geldiğinde mahzun bir ses ile şöyle dua ederdi: '(Ey Rabbim!) Âbidler gecenin karanlığını, sana doğru yönelmekle katettiler. Senin rahmetine doğru yarıştılar. Mağfiretinin faziletine koştular. Ey mâbudum! Senin (yardımın)la istiyorum, başkasıyla istemiyorum. Beni sebkat edenlerin zümresinin birinci safında kıl! Nezdinde mukarreblerin derecesine, illiyyin'e beni yükselt! Salih kulların arasına beni ilhak eyle! Ey kerîm! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Büyüklerin en büyüğü, cömertlerin en cömerdisin'.
Bunları söyledikten sonra secdeye kapanır, ondan bir feryat işitilirdi. Sonra durmadan dua eder, fecir vaktine kadar ağlardı.
Yahya b. Büstam der ki: "Ben Şa'vane52 hatunun meclisine giderdim. Onun matem ve ağlamasını görürdüm. Bir arkadaşıma 'Eğer Şa'vane hatun tek başına kaldığında ona gelip nefsine biraz şefkat göstermesini söylesek!' dedim. Arkadaşım 'Sen bilirsin!' dedi. Onun huzuruna gelip dedim ki: 'Nefsine şefkat göstersen, bu durum senin kasdettiğin hedef hususunda sana daha fazla yardımcı olur'. Bunun üzerine o, ağlayıp şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim! İsterim ki gözyaşlarım bitinceye kadar gözyaşlarımı dökeyim. Sonra azalarımın hiç birinde bir damla kan kalmayıncaya kadar kan ağlamış olayım! (Öyle ise) ben ağlıyor sayılmam, ben ağlıyor sayılmam!' Böylece bu cümleyi, bayılıp düşünceye kadar durmadan tekrar etti".
Muhammed b. Muaz53şöyle anlatıyor: Âbide hanımlardan biri bana şöyle dedi: Rüyamda cennete konulduğumu gördüm. Baktım ki cennet ehli, cennetin kapılarında bekleşiyorlar.
- Cennet ehlinin durumu nedir, niçin böyle bekleşiyorlar?
- Çıkıp gelmesi için cennetlerin süslendiği şu hanımı bekliyorlar.
- O hanım kimdir?
- Übelle54 halkından siyah bir cariyedir. Ona Şa'vane denilir.
- Allah'a yemin ederim, o ahiret bacımdır!
Ben o durumda iken baktım ki Şa'vane, kendisini havada uçu-ran bir deveye binmiş geliyor. Onu gördüğümde 'Ey kızkardeşim!Sen kendi yerine nisbeten benim yerimin nasıl olduğunu görmez misin? Benim için Mevlândan dile de beni de sana ilhak etsin olmaz mı?' dedim. Bunun üzerine, yüzüme tebessüm ederek şöyle dedi: 'Senin geleceğin daha yaklaşmadı. Fakat benden iki şeyi hıfzet:
a) Üzüntüyü kalbinden ayırma!
b) Allah'ın muhabbetini hevâ-i nefsine tercih ederek takdim kıl! (Bunu yaptığında) ne zaman ölürsen artık sana zarar vermez'.
Abdullah b. Hasan55 (r.a) dedi ki: Rum asıllı bir cariyem vardı. Onu çok seviyordum. Bir gece yanımda uyuyordu. Uyandım, onu aradım, fakat bulamadım. Kalkıp onu takip ettim. Baktım secdeye kapanmış şöyle diyordu: Beni sevmenin hakkı için günahlarımı affeyle!' Bunun üzerine ona 'Beni sevmenin hakkı için' deme 'Seni sevmemin hakkı için!' de, dedim. Bu ısrar üzerine bana dedi ki: 'Hayır efendim! O beni sevmesiyle putperestlikten çıkarıp İslâm'a getirdi. Beni sevmesinden dolayı gözümü uykudan açıverdi. Oysa O'nun kullarından birçok kimse şimdi uyku halindedirler'.
Ebu Haşim Kureşî şöyle anlatıyor: Yemen ehlinden Seriye adlı bir kadın Mekke'ye geldi. Bir mahallemizde konakladı. Ben geceleyin onun inlemesini ve çığlık koparmasını işitiyordum. Bir gün hizmetkârıma dedim ki: 'Şu kadıncağızın durumuna git bak, ne yapıyor?'
Hizmetkâr bu sözüm üzerine kadının durumuna bakmak üzere gitti. Onun herhangi birşey yaptığını görmedi. Ancak o, kıbleye doğru oturduğu halde gözünü gökten çevirmiyor ve şöyle diyordu: 'Seriye'yi sen yarattın. Sonra onu bir halden diğer bir hale geçmek için nimetinle gıdalandırdın. Oysa senin bütün hallerin güzeldir. Seriye'nin nezdinde senin belanın tamamı hoştur. Seriye bununla beraber, zaman zaman, senin masiyetine atılmak sure-tiyle öfkene maruz kalıyor. Onun, kötü fiilini görmediğin zannına kapıldığını görmüyor musun?' Sen alîm ve habîrsin? Her şeye kâdirsin!'
Zünnûn-i Mısrî şöyle diyor: "Bir gece Ken'an vadisinden çıktım. Vadinin tepesine vardığımda bana doğru gelen bir karaltı gördüm. O karaltı şöyle deyip ağlıyordu:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah'tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
Karaltı bana yaklaştığında, baktım ki sırtında yünden bir cübbe olan bir kadın... Elinde bir kova... Benden ürkmeksizin rahatlıkla 'Sen kimsin?' diye sordu. 'Garip bir kişiyim' dedim. Bunun üzerine dedi ki: 'Ey kişi! Allah ile beraber gariplik var mı?' Onun sözünden ötürü hüngür hüngür ağladım. Bunun üzerine bana dedi ki: 'Seni ağlatan nedir?' Dedim ki: İlâç, parçalanan bir yaranın üzerine düştü. Onun çok çabuk iyileşmesini sağladı'. Dedi ki: 'Eğer doğru bir kimse isen neden ağladın?' Dedim ki: 'Allah sana rahmet etsin! Doğru kimse ağlamaz mı?' Dedi ki: 'Hayır! 'Neden?' dedim. 'Çünkü ağlamak kalbin rahatıdır da işte ondan!' dedi. şöyle Böylece onun sözünden hayrete kapılarak sustum".
Ahmed b. Ali şöyle diyor: Gufeyre (Basralıdır) hatun'un huzuruna girmek için izin istedim. O bizi içeri girmekten menetti. Böylece kapıda bekledik. Kapıda beklediğimizi anlayınca kalkıp bize kapıyı açmak istedi. Dinledim şöyle diyordu: 'Yârab! Gelip de beni zikrinden meşgul edenin şerrinden sana sığınıyorum!' Sonra kapıyı açtı. Onun huzuruna vardık ve kendisine dedik ki: 'Ey Allah'ın kulu! Bize dua et!' Dedi ki: 'Allah sizin ziyafetinizi mağfiret evinde kılsın!' Sonra bize dedi ki: 'Atâ Sülemî kırk sene durup göğe bakmadı. Birgün ondan bir bakış, göğe doğru kaydı. O düşüp bayıldı, karnında bir çatlak meydana geldi. Keşke Gufeyre de (kendisini kastediyor) başını kaldırdığında günah işlemeseydi. Keşke Allah'a isyan ettiğinde geri dönmeseydi!'
Sâlihlerden biri şöyle diyor: "Birgün beraberimde Habeşli bir cariye olduğu halde pazara vardım. Cariyeyi pazarın kenarlarında bir yerde durdurdum. Birtakım ihtiyaçlarımı almak üzere pazara daldım ve dedim ki: 'Yanına dönüp gelinceye kadar buradan sakın kıpırdama!' Geri dönünce onu orada bulamadım. Fazlasıyla öfkelendiğim halde eve vardım. Beni görünce yüzümden öfkeli olduğumu hemen anladı ve dedi ki: 'Bana ceza vermekte acele etme! Beni öyle bir yere oturttun ki orada Allah'ı zikreden kimseyi göremedim. O yerle birlikte yere batmaktan korktum'. Cariyenin bu sözüne taaccüb ettim ve ona dedim ki: 'Sen azad edilmiş bir hanımsın!' Bunun üzerine bana 'Kötü bir iş yaptın! Sana hizmet ediyordum. İki ecrim vardı. Şimdi ise o ecirlerden biri elimden kaçtı' dedi".
İbn A'lâ es-Sa'dî şöyle diyor: "Benim bir amcam kızı vardı. Adı Bureyde idi. İbadete dalar, Kur'an'ı çokça okurdu. Ne zaman ateşten bahseden bir ayet okusa ağlardı. İki gözü kör oluncaya kadar ağladı. Bunun üzerine amcazadeleri dediler ki: 'Gelin şu kadıncağıza varalım! Çok ağladığı için onu kınayalım!' Böylece kadının yanına vardık ve dedik ki: 'Ey Bureyde! Nasıl sabahladın?' Cevap olarak dedi ki: 'Biz garip bir yerde çadır kuran misafirler olarak sabahladık. Ne zaman çağrılacağız da icabet edeceğiz diye bekliyoruz'. Bu sözler üzerine ona dedik ki: 'Bu ağlama ne zamana kadar devam edecektir? İki gözün neredeyse ağlamaktan kör oldu!' Bunun üzerine dedi ki: 'Eğer gözlerim için Allah katında hayır varsa, dünyada onlardan giden onlara zarar vermez. Eğer Allah katında onlar için şer varsa, ağlamak gelecekte bundan daha uzu-nunu onların şerrine ekleyecektir'. Sonra yüzünü bizden çevirdi. Bu manzara karşısında gelenler 'Haydi gidelim! Allah'a yemin olsun, bu kadıncağız bizim içinde bulunduğumuz hâle benzemeyen bir hâl içerisinde bulunuyor!' dediler".
Muaze Adevîye56 hatun, gündüz olduğunda 'Bu öleceğim gündür!' derdi. Böylece akşama kadar yemezdi. Gece geldiğinde 'Bu öleceğim gecedir!' der sabaha kadar namaz kılardı.
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle diyor: "Bir gece Rabia Hatun'un yanındaydım. O, şahsına mahsus olan bir mihraba girdi. Ben de evin bir köşesindeydim. O seher zamanına kadar durmadan ibadet etti. Seher geldiğinde 'Bize bu geceyi ihyâ etmek kudretini verenin mükâfatı nedir?' Cevap olarak O'nun mükâfatı yarın onun için oruç tutmaktır!' dedi".
Şa'vane Hatun duasında şöyle derdi: Ey rabbim! Senin mülakatına çok fazla bir iştiyakım var? Senin mükâfatına pek büyük ümidim var! Sen öyle bir kerîmsin ki senin katında ümit edenlerin ümidi boşa çıkmaz. Senin katında şevk sahiplerinin şevki mânâsız kalmaz.
Ey rabbim! Eğer ecelim yaklaşmış, amelim de beni sana yaklaştırmamış ise, ben günahımı itiraf etmemi hastalıklarımın vesileleri kılıyorum. Eğer sen affedersen, bunu senden daha iyi kim yapabilir? Eğer azap verirsen, orada senden daha âdil kim olabilir?
Ey rabbim! Nefsime bakmak hususunda onu günaha soktum. Ancak onun için senin bakışının güzeliği kaldı. Eğer onu said kılmazsan, ona azap olsun!
Ey rabbim! Sen hayatım boyunca bana iyilik yapansın. Ölümümden sonra da iyiliği benden kesme! Hayatım boyunca beni ihsaniyle sevk ve idare edenden rica ettim ki affıyla ölümüm anında ihtiyacımı gidersin!
Ey rabbim! Ölümümden sonra senin bakışının güzelliğinden nasıl ümitsiz olayım? Sen, hayatımda güzellik-ten başkasını bana vermiş değilsin.
Ey rabbim! Günahlarım beni korkutmuş ise de muhakkak senin bana olan sevgin beni muhafaza etmiştir. Öyleyse şânına yakışır bir şekilde benim işimi idare et. Fazlınla ce-haleti kendisini aldatan bu kuluna yönel!
Ey ilâhî! Eğer benim rezaletimi isteseydin, bana hidayet et-mezdin. Eğer benim zilletimi kasdetseydin hepi dünyada örtmezdin. Bu bakımdan bana hidayet ettiğin şey ile beni nimetlendir. Beni üzerinde öldürdüğün durumu benim için devam ettir.
Ey rabbim! Hayatımı tükettiğim bir şeyden beni çevireceğini zannetmem!
Ey rabbim! Eğer yapmış olduğum günahlar olmasaydı senin azabından korkmazdım. Eğer senin cömertliğini bilmeseydim senin sevabını ummazdım.
Havvâs (İbrahim b. Ahmed) şöyle diyor: "Biz âbide biri olan Rahle Hatun'un yanına gittik. Bu mübarek hatun simsiyah kesilinceye kadar oruç tutmuş, gözleri kör oluncaya kadar ağlamış, kö-türüm oluncaya kadar namaz kılmıştı. Hâlâ oturarak namaza devam ediyordu. Biz ona selâm verdik. Sonra ona, içinde bulunduğu durumu biraz kolaylaştırmak için, Allah'ın affından bir şeyi zikrettik. Bunun üzerine o bir çığlık kopararak şöyle dedi: 'Nefsimi bilmem kalbimi yaraladı, ciğerimi parçaladı. Allah'a yemin ederim Allah'ın beni yaratmamış olmasını isterdim. İsterdim ki anılan birşey olmayaydım!' Bu sözleri söyledikten sonra namazına yöneldi''.
Ey okuyucu! Eğer nefsini murâkabe ve murâbete eden (gözeten) kimselerden isen, var kuvvetiyle ibadet eden erkek ve kadınların hallerini mütalaa etmekten ayrılma ki şevkin kabarsın, ibadete karşı isteğin artsın! Sakın zamanının ehline bakma! Zira eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Bütün kuvvetleriyle ibadete dalanların hikâyeleri sayılmayacak kadar çoktur. Bizim anlattıklarımız ibret almak isteyen bir kimse için kâfidir. Eğer daha fazlasını istiyorsan, Hilyet'ul-Evliyâ adlı kitabın mütalaasına devam et; zira o kitab, ashab-ı kirâm'ın, tâbiînin ve tâbiînden sonrakilerin hallerini anlatmaktadır. Ona vâkıf ol-makla senin ve zamanındaki insanların din ehlinden ne kadar uzak olduğunuz açığa çıkar. Eğer nefsin sana 'Zamanının ehline bak!' diye vesvese verir ve sana 'O geçmiş zamanda hayrın kolayca yapılması, yardım edenlerin çok olmasından dolayı idi. Şimdi ise, bu zamanın ehli muhalefet ettiler. Eğer böyle yaparsan sana deli derler, seninle alay ederler. Bu bakımdan sen de onlara uy. Onların üzerine ne icra edilirse senin üzerine de o icra edilsin. Musibet umumî olduğunda güzelleşir!' derse, sakın onun aldatma ipiyle kuyuya inme! Onun tezvirine aldanma! Ona şöyle de: 'Ey nefis! Bana söyler misin, şehir halkına silip süpüren bir sel gelse, onlar halin hakikatini bilmediklerinden yerlerinden kıpırdamayıp tedbir almasalar, sen onlardan ayrılıp boğulmaktan seni kurtara-cak bir gemiye binebilirsin, acaba bu durumda 'Musibet umumî olduğu zaman kolaylaşır' diye birşey senin aklına gelir mi? Veya onlara uymayı terkedip onların yaptıklarından ötürü cahilliklerine hükmeder, gelecek musibetten kurtuluşa baş mı vurursun?'
Ey nefis! Madem ki boğulmak korkusuyla, onlara uymayı terkediyorsun oysa boğulmanın zahmeti ancak bir saat ruh çıkıncaya kadar uzayabilir acaba her an maruz bulunduğun ebedî azabdan nasıl kaçmazsın? Acaba musibet umumî olduğunda nasıl hoşlanırsın? Oysa ateş ehlini, umum ve hususa bakmaktan meşgul edecek bir durum vardır. Oysa kâfirler de ancak zaman-larının ehline uyduklarından helâk oldular.
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk! Biz de onların izlerine uyarız.(Zuhruf/23)
Madem ki durum budur, nefsini kınamakla meşgul olduğunda, onu bütün kuvvetinle ibadet yapmaya teşvik ettiğinde o isyan ederse, onun cezalandırmayı, kınamayı, tehdid etmeyi, nefsine kötü bakmayı ihmal etme! Böyle yaparsan umulur ki o,tuğyanından vazgeçer!
36) İmam Ahmed, Zühd, (mevkuf olarak)
37) Sîka bir zattır.
42) Künyesi Ebu Abdurrahman'dır. Basra'nın Harbiyye mahallesinde otu-
rurdu. Şâyan-ı itimad bir âbid idi. H. 213'de vefat etmiştir.
43) Basralı bir âbiddir, H. 149'da vefat etmiştir.
44) İsa Ebherî'nin oğludur.
45) Künyesi Ebu İtab'dır. Kûfeli'dir. İbn Mehdi'ye göre Kûfe'de ondan daha
hafızı yoktu. İbrahim Nehaî'nin ashabındandı. H. 132'de vefat etmiştir.
46) Bu zat, Basralı bir tâbiîndir. İbn Abdikays diye bilinirdi.
47) Adı Abdullah b. Sevban'dır. Tâbiînin zâhidlerindendir.
48) Ebu Abdullah Medine'lidir. İmam Ahmed onu güvenilir bir kimse
olduğunu söylemiştir. H. 132'de 72 yaşında vefat etmiştir.
49) Adı Zem'a b. Salih Cündî'dir. Yemenlidir. Mekke'de otururdu.
50) Aslen Kûfelidir. Cürcan'da otururdu. Etba-i Tâbiînden sayılırdı. İbadette şöhreti ve büyük mevkîi vardı.
51) Basralı bir âbide hanımdır.
52) Fudayl b. İyaz'ın çağdaşı âbide bir hatun idi.
53) Basralıdır ve güvenilir bir zattır. H. 323'de vefat etmiştir.
54) Übelle, Basra'ya dört fersahlık bir mesafede bulunan bir yerdir.
55) Hz. Hasem'in torunudur.Künyesi Ebu Muhammed'dir.Yetmiş beş yaşında H. 145'de vefat etmiştir.
56) Abdullah'ın kızı Muaze; Basralı Sile b. Eşyem'in hanımı idi, Güvenilir ve hüccet idi. Kocasının ölümünden sonra ölünceye kadar başını yastığa koymadığı söylenir.
Murakebe Muhasebe
- 1.Giriş
- 10.Murâbete'nin Altıncı Makamı Olan Nefsin Kınanması
- 2.Murâbete'nin Birinci Makamı Olan Müşârete
- 3.Murâbete'nin İkinci Makamı Olan Murâkabe
- 4.Murâkabe'nin Fazileti
- 5.Murâbete'nin Üçüncü Makamı Olan Muhâsebe-i Nefs
- 6.Murâkabe'nin Hakîkati ve Dereceleri
- 7.Amelden Sonra Muhâsebe-i Nefs'in Hakîkati
- 8.Murâbete'nin Dördüncü Makamı Olan Kusurlarından Ötürü Nefsi Kınamak
- 9.Murâbete'nin Beşinci Makamı Olan Mücâhede