1. Bey' (Alışveriş)
Allah Teâlâ (c.c) alışverişi helâl kılmıştır. Alışverişin (sahih olması için) üç rükün vardır:
a)Akdi yapan (satıcı veya alıcı)
b)Akdi yapılan (satılan veya alınan mal)
c)Lâfız ('sattım' veya 'şu kadar miktar mukabilinde aldım' gibi sîgalar)
a) Akdi Yapan (Satıcı veya Alıcı)
Tüccar bir kimsenin, kör, köle, mecnun veya çocuk ile alışveriş yapmaması gerekir; zira çocuk mükellef değildir. Mecnun da onun gibi... Bu bakımdan çocuk ve mecnunun alışverişleri bâtıldır. İmam Şâfiî'ye göre, çocuğun velîsi kendisine alışveriş yapabileceğine dair izin verse dahi, onun alışverişi sahih değildir. O halde tüccar, çocuk ve deliden aldığı şeyleri tazmin etmeye mec-burdur. Tüccarın çocuk ve deliye sattığı şeyleronların elinde zâyi olursa tüccarın kesesinden gitmiş olur. Akıllı köleye gelince, onun alışverişi, ancak efendisinin izniyle sahih olabilir. Bu bakımdan bakkala, fırıncıya, kasaba ve bunlara benzer ticaret erbabına gereken şudur: Kölelerle, efendileri onlara alışveriş izni vermeden onlarla alışveriş etmemektir. Efendilerinin kölelere izin verdiklerini ya kendi kulaklarıyla işitmelidirler veya memlekette 'Bu köle alışverişte efendisi tarafından görevli ve onun adına alışveriş yapmak hususunda yetkilidir' şeklinde bilinmesi gerekir. Bu bakımdan tüccar, bu yaygın habere güvenerek veya kendisine kölenin efendisi tarafından görevlendirildiğini söyleyen âdil bir kimsenin haberine itimad ederek onunla alışveriş yapabilir. Eğer kölenin efendisi, köleyi görevlendirmediği halde tüccar onunla muamele yaparsa, aralarında yapılan bu akid bâtıldır. Tüccar köleden neyi alırsa, o kölenin efendisine ait bir tazminat olarak tüccarın yanında bulunuyor demektir ve tüccar, köleye birşey teslim ettiği takdirde, kölenin elinde o teslim edilen zâyi olursa ne kölenin efendisi zayi olan malı toplamaya mecbur olur ne de o mal kölenin boynuna yüklenen bir hak olur. Bilâkis tüccar, ancak bu köle âzâd edildiği zaman, o hakkını kendisinden isteyebilir. Kör bir kimseye gelince; kör görmediği bir nesneyi satmış veya almış olur. Bu bakımdan onun ne satışı, ne de alışı sahihtir. Biz köre demeliyiz ki; 'Kendine gözü gören bir vekil tâyin et. O vekil senin hesabına alışveriş yapsın'. O halde âmânın vekil tutması sahihtir vekilinin de alışverişi (müvekkili için) sahihtir. Eğer tüccar bilfiil iki gözden âmâ olan kimse ile alışveriş yaparsa, muamelesi fâsiddir. Âmâdan ne alırsa, aldığı mal kıymeti nisbetinde elinde bir nevi emanet gibi bulunur ve ondan sorumludur. Âmâya teslim ettiği maldan da kıymeti nisbetinde âmâ sorumludur. Kâfire gelince, onunla muamele caizdir. Ancak mushaf kâfire satılamaz. Müslüman bir köle, kâfire satılmaz. Eğer kâfir müslümanlarla savaş halindeyse, ona silah satmak da haramdır. Bütün bunlara rağmen tüccar kâfire mushaf-ı şerif, müslüman köle ve savaş ha-lindeki kâfire de silah satarsa, bu muameleleri merduddur ve bu muamelerlerden ötürü kendisi de âsidir. Türkten, Türkmenden, Arap ve Kürtten olan askerlere, hırsız, hain, faizci, zâlim ve malının çoğu haram olan kimselere gelince, onların elinden herhangi bir şeyi almak tüccar için uygun bir hareket değildir. Çünkü bunların . malı, çoğu zaman haramdır. Ancak onlardan aldığı şeyin helâl olduğunu biliyorsa o vakit alabilir. Bunun tafsilâtı Helâl ve Haram bölümünde gelecektir.18
b) Akdi Yapılan (Satılan veya Alınan Mal)
Bu ise, akidlerin birinden diğerine nakil edilmesi istenen maldır. İster o mal semen (nakit yerine geçen mal) olsun ister musemmen (satılan mal) olsun... Bu bakımdan satılan malda altı şart aranır.
1.Maddesinin pis olmaması gerekir.
Bu bakımdan köpeği, domuzu, gübreyi ve insan pisliğini satmak sahih değildir. (Bu hüküm Şâfiî'ye göredir. Ebu Hanife'ye göre tezek ve gübreler satılabilir). Fildişi ve o dişten yapılan kapların satılması da sahih değildir. Zira kemik, ölüm ile necis olmuştur. Fil ise, kesilse dahi temiz sayılamaz. Bu bakımdan filin kemikleri kesilmesiyle dahi temiz olmaz. İçkinin satılması caiz değildir. Eti yenilmeyen hayvanların içinden çıkartılan yağların satışı da caiz değildir. Her ne kadar bu yağlar çırada yakmak ve gemileri yağlamak için yararlı ise de...
Maddesi temiz olan ve fakat daha sonra necasetin düşmesiyle veya içinde bir farenin ölmesiyle necis olan yağın satılmasında herhangi bir beis yoktur. (Ancak alıcıya durumu izah etmek farzdır). Zira böyle bir yağdan, yemek dışında yararlanmak caizdir. Esasında necis de değildir. İpek böceklerinin satışında bir beis görmemekteyim; zira bu tohum, kendisinden faydalanan bir hayvanın aslını teşkil etmektedir. Bunu tavuğun yumurtasına benzetmek, bunu gübreye benzetmekten daha evlâdır. Misk kesesinin satışı caizdir. Diri olarak geyiğin boynundan koparıldığı zaman temizliğine hükmedilir.
2.Satılan malın faydalı olması gerekir.
Bu bakımdan haşaratları, fareyi ve yılanı satmak caiz değildir. Sihirbazların yılandan istifade etmeleri ise, dikkate alınmaz. Yine yılanı sepetten çıkarıp halka göstermek suretiyle fayda sağlamaya da itibar edilmez. Kedinin, arının (çakır ve doğan gibi öğretilmeye kabiliyetleri olan) pars ve arslanın satışı caizdir. Avlanmak için elverişli olan veya derisinden faydalanılan hayvanın satışı da caizdir. Fili yük taşımak için satmak caizdir. Etleri yenilmese de, Tuti, Tavus ve şekli güzel olan bütün kuşların satışları caizdir. Zira onların seslerini dinlemek ve onları seyretmek mübah bir şeydir. Güzelliğine hayran kalındığı halde köpeğin alınıp satılmaması, Hz. Peygamber'in yasaklamasından ötürüdür.19
Ud (saz), sanç (zenç), oyun-eğlence aletlerinin satışı caiz değildir. Zira şer'an bunların hiçbir yararları yoktur. (Bu görüş İmam Şâfiî'ye aittir).
Çamurdan yapılmış ve bayramlarda çocukların oynaması için satılan hayvan heykelleri gibi nesnelerin satışı melâhi aletlerinin satışı gibidir. Zira bütün bunları kırmak dinen vaciptir. Ağaçların resimlerini yapmak için müsamaha gösterilmiştir.
Üzerinde hayvan resimleri bulunan elbise ve tabaklara gelince... Onları satmak sahihtir. Resimli perdeleri satmak da böyledir. Hz. Peygamber (s.a) Aişe validemize şöyle buyurmuştur:
Ondan yastıklar yap!20
Fakat resimli elbiseler ve örtüleri duvara asmak suretiyle kullanmak caiz değildir. Madem bir şekilde insan bunlardan faydalanabilir, o halde bu şekil için onların satışı sahihtir.
3. Kendisinde tasarruf edilen mal, akid yapanın malı olmalı veya esas mal sahibi tarafından, kendisine tasarruf izni verilmiş olmalıdır.
Malın sahibi olmayan bir kimseden, mal sahibinin o kimseye izin vermesini beklemek kaydıyle satın almak caiz değildir. Bilâkis malın sahibi daha sonra o satan kimseye satış iznini verse bile, akdin yenilenmesi farzdır. Kadından, kocasının malını satın almak uygun bir hareket değildir. Nitekim kocadan da karısının malını satın almak uygun olmadığı gibi... Babadan evladının malını, evlattan da babasının malını almak da uygun değildir. Bütün bu muameleler eğer mal sahibi bu yakınları tarafından malının satıldığını bilse, o satışa rıza gösterecektir kanaatine dayanarak yapılsa bile yine de uygun değildir. Çünkü alışverişten önce, mal sahibinin rızâsı olmadığı takdirde alışveriş, doğru olmaz. Bunun benzerleri, çarşı ve pazarlarda cereyan etmektedir. Bu bakımdan dindar olan bir kimseye böyle bir alışverişten sakınmak gerekir.
4.Satılan mal şer'an ve görünüşte teslim edilmesi mümkün
olan birşey olmalıdır.
Bu bakımdan teslim edilmesi görünüşte mümkün olmayan şeyin satışı doğru değildir. Meselâ efendisinden kaçmış köle, suda yüzen balık, hayvanın karnında bulunan cenin ve boğanın belinde bulunan meni satılamaz. Böylece koyunun sırtındaki yünü, hayvanın memesindeki sütü satmak da caiz değildir. Zira onu alıcıya teslim etmek pek zordur. Çünkü satılan kısım satılmayan kısım ile karışıktır. Rehinde bulunan, vakfedilen ve efendisine çocuk doğuran cariye gibi şer'an teslim edilmesinden âciz olunan şeylere gelince, onların da satışları doğru değildir. Anneyi küçük yavrusundan ayırıp satmak caiz değildir. Çünkü küçük yavru annesiz tahammül edemez! Böylece yavruyu da annesiz satmak caiz değildir. Zira satılan yavruyu müşteriye teslim etmek, anneden yavruyu ayırmak olur ki, bu da haramdır. Bu bakımdan satış suretiyle de olsa, hayvanı yavrusundan ayırmak doğru değildir.
5.Satılan malın maddesi, miktarı ve vasfının belli olması gerekir.
Satılan malın maddesini bilmek ise, satıldığı anda maddesine işaret etmek suretiyle mümkün olur. O halde eğer (Ali) dese ki: 'Şu sürüden bir koyunu sana sattım veya şu dükkânda bulunan elbiselerden birini sana sattım veya şu toptan bir metre sana sattım. Hangi taraftan istersen kes veya şu araziden sana on zira (arşın) sattım. Hangi taraftan istersen al' Bütün bu suretlerde satış bâtıldır. Bütün bu işlemler dinde küstahça hareket eden ve dinî emirlere pek önem vermeyenlerin âdet edindikleri işlemlerdir
Ancak miktarı bilinen bir şeyin bir kısmını bu şekilde satmak caizdir. Meselâ bir şeyin yarısını veya onda birini satarsa, böyle bir satış caizdir.
Miktarın bilinmesine gelince, satılan malın miktarı ancak ölçek veya tartı veya bakmak suretiyle tayin edilir. Şayet Amr 'Sana şu elbiseyi, falanın elbisesini sattığı fiyatla sattım' dese ve o anda satıcı da alıcı da onun fiyatını bilmeseler, bu alış veriş bâtıldır. Yine Amr 'Sana şu terazi taşı ağırlığınca sattım' dese ve 'terazi taşı' denilen Sanca'nın ağırlığı belli değilse, böyle bir alışveriş bâtıl olur. Eğer Zeyd dese ki: 'Şu buğday yığınını sana sattım'. Bu satış da bâtıldır. (Çünkü miktarı belli değildir). Eğer 'Şu para kesesi veya şu altın parçası mukabilinde sana sattım' derse ve müşteri de, o para kesesini veya altın parçasını görüyorsa, bu alışveriş sa-hihtir. Müşterinin bakmak suretiyle tahmini, miktarın bilinmesi için kâfidir.
Satılan malın vasfının bilinmesine gelince... Bu husus görmekle sabit olur. Bu nedenle müşteri tarafından daha önce görülmemiş ortada olmayan bir malı satmak, caiz değildir; meğer ki, müşteri onu çok kısa bir zaman önce görmüş olsun ki, o zaman zarfında onun değişmesi genellikle mümkün olmasın. İşte aradan bu kadar az bir zaman geçmişse hazırda olmayan bir mal satılabilir. Satılan malın vasfını tarif etmek onun vasfını tesbit etmek yerine geçmez. Bu, Şâfiî mezhebinin en kuvvetli görüşüdür. (Bunun karşılığı olan bir görüş daha vardır). Makinede bulunan bir elbiseyi rakamlara itimad ederek satmak caiz değildir. Nitekim başakta bulunan buğdayın caiz olmadığı gibi. İçinde korunduğu kabuğuyla pirincin satılması caizdir. Böylece muhafazası bulunan kabuğun içinde cevizin ve bademin de satışları caizdir. Yeşil baklanın korunması için üstündeki kabuğa ihtiyaç olduğundan kabuğunun da satışı caizdir. Üzüm hoşafının (veya şerbet kabının) satışında müsamaha gösterilir. Çünkü selef-i Salihîn onun dibine bakmaksızın, onu satıyor ve alıyorlardı. Onların âdetleri bu şekilde cereyan ediyordu. Fakat şu kadar var ki, biz onu bir bedel mukabi-linde mübah görüyoruz. Eğer onu satmak için alırsa, böyle bir satış kıyasa göre bâtıldır. Zira su içindeki daneler, yaradılışta bir kabukla örtülü değillerdir ki, onlara bakılmasın. Fakat böyle bir satışta da müsamaha göstermek, uzak bir ihtimal değildir. Zira o daneleri sudan çıkarmakta onların ifsad edilmesi tehlikesi vardır.
Onlar, o vakit nar taneleri gibi olurlar. Tıpkı beraberinde kabuk varmış gibi muamele görürler.
6. Satılan malın teslim edilmiş olması gerekir.
Yani kişinin sattığı mal, kişinin elinde bulunmalıdır. Şu şartla ki, kişi onun mülkiyetini para karşılığında almış olsun... Bu hususî bir şarttır. Hz. Peygamber (s.a) daha birinci sahibinden alınmamış bir malı, ikinci bir kimseye satmayı yasaklamıştır.21 Bu hükme, gayr-ı menkul akarlar ve menkul malların hepsi dahildir. Bu bakımdan teslim alarak mülkiyetine geçirmediği bir malı satın alması veya satması bâtıldır. Menkul bir malın teslim alınması, nakledilmesiyledir. Gayr-i menkul akarların teslim alınması ise, satan tarafından tahliye edilmesine bağlıdır. Ölçmek şartıyla sattığı bir malın teslim alınması, ancak ölçtükten sonra mümkün olur. Miras, vasiyet ve emanet şeklinde gelen malların ve mülkiyeti para karşılığında edinilmiyen malların satışına gelince, bunlar satıcı tarafından alınmadan önce de satılabilirler
.
c) Lâfız ('Sattım' veya 'Şu kadar miktar mukabilinde aldım' Gibi Sîgalar)
Bu bakımdan alışverişte, aralıksız hemen bir arada aldım ve sattım demeleri gerekir. Bu muamele açıkça veya kinaye yoluyla alışverişi insanlara fehmettiren lâfızla olmalıdır. Eğer 'şunu bunun mukabilinde sattım', yerine 'sana şunu, bunun mukabilinde verdim' tâbirini kullanır, müşteri de kabul ederse, satıcı ile alıcı bu lâfızlardan alışverişi kasdettikleri müddetçe bu alışveriş caizdir.
(Kasdettikleri müddet' dedi); çünkü 'şunu, bunun mukabilinde sana verdim' tâbiri, iki elbise veya iki hayvan hususunda cereyan ederse, o zaman emanet mânâsına gelmesi muhtemeldir. Bu bakımdan alışveriş niyeti bu ihtimali uzaklaştırdığı gibi, akdi de sağlamlaştırır. Açık tâbir ise, ileride meydana gelecek husû-metlerin kökünü kesmek bakımından daha iyidir. Fakat kinaye tâ-biri tercih edilen kavle göre; açık tâbir gibi hem satılanın mülkiye-tini, hem de helâl olmasını ifade eder.
Alışverişle akdin şartlarına ters düşen herhangi bir şartı ileri sürmek uygun değildir, O halde, eğer başka birşeyin daha olmasını şart koşarsa veya 'Şu malı senden satın alıyorum ama onu benim evime getirip teslim etmek şartiyle' derse, bu şartların hepsi fâsiddir. (Ebu Hanife ve iki talebesi 'Fâsid değildir' demişlerdir). Ancak satıcının o malı evine getirdiği için ayrıca ücretini verdiği (veya o memlekette böyle bir nakliyatın ücreti alışverişten ayrı olarak malûm olduğu zaman) caizdir. Alıcı ile satıcı arasında konuşma olmayıp sadece para vermek ve mal almak olursa (buna mua'tat denir). İmam Şâfiî'ye göre, böyle bir alışveriş asla olmuş sayılmaz. İmam Âzam'a göre, eğer kıymetsiz şeylerde bu şekilde alışveriş olursa bu alışveriş olmuş demektir. Fakat kıymetsiz şeylerin neler olduğunu tesbit etmek ve ayırmak gayet güç bir şeydir. Eğer muamele, o memleketin örf ve âdetlerine göre kabul edilecek olsa bile, o vakit insanlar bu şekil alışveriş hususunda kıymetsiz eşyaları çok bulabilirler. Zira tellâl bezzazın dükkânına gidiyor. Kıymeti on altın olan ipekli elbise alıyor (mesalâ), onu müşteriye götürüyor ve tekrar bezzaza dönüp müşterinin ona razı olduğunu söylüyor ve bezzaz kendisine 'Git müşteriden on altını al, getir' diyor. Böylece tellâl müşteriye gidip on altını alıyor ve bezzaza teslim ediyor. Bezzaz da parayı teslim alıp onda tasarruf ediyor. Elbiseyi satın alan da elbiseyi kesip biçiyor. Oysa bezzaz ile müşteri arasında hiç de îcab ve kabul diye birşey cereyan etmiş değildir. Böylece gelinler için çeyiz yapanlar, satıcının dükkânına giderler, meselâ kıymeti yüz altın olan bir malı müzayede şekliyle aralarına çıkarıp onlardan biri 'Bu mal doksan ile benim olsun' der. Başka birisi 'Doksanbeş ile benim olsun', üçüncü bir kimse de 'Yüz ile benim olsun' der. Mal sahibi 'Haydi say' der. Adam da yüzü sayar, malı teslim eder. Böylece îcab ve kabul olmaksızın malı teslim alır. Âdet de böylece devam edip gelmektedir. İşte bu meseleler tedâvi ve ilâç kabul etmeyen müzmin yaralardandır. Zira burada üç ihtimal daha vardır.
a) Ya konuşmaksızın satın almanın kapısını mutlak olarak -ister kıymetsiz eşyalarda, isterse kıymetli olanlarda olsun- ardına kadar açacaktır. Bu ise imkansızdır. Zira böyle bir durumda mal, kendisine delâlet eden bir söz olmaksızın, birinin zimmetinden öbürünün zimmetine geçer. Oysa Allah Teâlâ, bey'i helâl etmiştir. Bey' ise ancak (verdim ve aldım, sattım ve satın aldım gibi) icâb ve kabulün ismidir. Teslim ve tesellüm fiil-i mücerredine Bey' isminin verilmesi, hiçbir zaman meydana gelmiş değildir. O halde, biz böyle bir durumda taraflardan birinden diğerine mülkiyetin geçmesine ne ile hükmedebiliriz? Özellikle bu durum, câriyeler, köleler, gayr-i menkul akarlar ve kıymetli hayvanlar ve hakkında çokça münakaşa edilen nesnelerde olursa... (Mesele daha da müşkilleşir); zira böyle bir durumda, o malı teslim eden kişi cayabilir ve 'Ben caydım, onu satmadım' diyebilir. Zira benden 'sattım' tâbiri çıkmadı, ben sadece 'teslim ettim' deyip yan çizmede diretebilir.
b)İkinci ihtimal, bizim bu şekildeki alışverişin kapısını tamamen kapatmamızdır. Nitekim İmam Şâfiî (r.a) böyle bir akdin bâtıl olduğunu söylemiştir. Fakat böyle yapmak da iki cepheden çok zordur.
1.Böyle bir alışveriş yapmak, ashâb-ı kirâm zamanında kıymetsiz şeylerde cereyan edip âdet olana benzemektedir. Eğer ashâb-ı kirâm, bakkal, fırıncı ve kasapla dahi icab ve kabul ile alışverişe kendilerini zorlamış olsalardı, bu onlara gayet ağır gelecekti ve onların böyle yaptıkları, bizim zamanımıza kadar nakledilecekti. Bir de o âdetten tamamen yüz çevirmenin vakti de meşhur olup bilinecekti. Zira asırlar böyle şeyler hususunda değişirler.
2.İnsanlar şu zamanda îcab ve kabul olmaksızın teslim ve tesellüm şeklinde alışveriş yapmaya dalmış bir durumdalar.
İnsanoğlu, yiyeceklerden ve diğer şeylerden birşey satın aldığı zaman, kesinlikle bilir ki, satıcı bunu îcab ve kabul şekliyle değil teslim ve tesellüm şeklinde satmıştır. Bu bakımdan madem satıcı
bunu böyle almış, o halde ikinci bir satıcının akidle telaffuz edip bunu îcab ve kabul yoluyla satın almasında ne fayda vardır?
c)Üçüncü ihtimale gelince... Kıymetsiz eşya ile kıymetlieşyalar arasında ayrım yapmaktır... Nitekim Ebu Hanife de böyle buyurmuştur. Bu takdirde de kıymetsiz eşyaların grubuna nelerin girdiği hususunu tesbit etmek zorlaşır. Mülkün kendisine delâlet
eden bir lâfız olmaksızın nakledilmesi ise zorlaşır. İbn Sureye22,
İmam Şâfiî'nin bir kavlini bu şeklide tahriç ettiğine zâhib olmuştur. Bu ihtimal, normale en yakın ihtimallerden birisidir.
Eğer biz de şiddetli ihtiyaçtan dolayı İmam Şâfiî'nin böyle dediğine
meyledersek, bunda hiçbir beis yoktur. Çünkü bu şekilde alışveriş halk arasında umumîleşmiştir. Bir de daha önceki asırlarda da bu şekilde alışveriş yapmanın âdet olduğu zannı, insanda galibdir. ikinci ihtimalde geçen iki zorluğun cevabı ise şöyledir: Deriz ki, kıymetsiz eşyalar ile kıymetli eşyaların arasındaki ayrımın tesbit edilmesine gelince; biz bunları takdir etmekle mükellef değiliz. Zira bu şekilde bir takdir imkânsızdır. Belki bunun apaçık iki ta-rafı vardır. Zira gizli değildir ki, baklanın, meyvelerin, ekmek ve etin az bir miktarını satın almak, kıymetsiz nesnelerden sayılmışlardır. Bunların alışverişlerinde de teslim ve tesellümden başka âdet yoktur.
Eğer bir kimse, böyle şeylerde îcab ve kabulü isterse, o kimse pek fazla mutaassıb sayılmış olur. Böyle sayıldığından dolayı, teklifi soğuk ve ağır karşılanır ve öyle bir kimse, kıymetsiz birşey için zorluk çıkarmakla suçlanır ve bunun tutarlı bir tarafı da yoktur. İşte bu satılan eşyaların kıymetsizlik tarafıdır. İkinci tarafı ise, hayvanlar, köleler, akarlar, kıymetli elbiselerdir. Böyle şeylerin alışverişinde îcab ve kabule zorlamak uzak bir teklif değildir. Bu iki taraf arasında, her iki tarafa da benzer nesneler vardır. Onlarda insan şüpheye düşer ve onlar şüphe yerleridirler. Bu bakımdan dindar bir kimsenin hakkı böyle şeylerde ihtiyatlı davranmaktır. Adet ile bilinen şerî kaidelerin tamamı böyledir. Mülkün nakledilmesi için bir sebebin aranması olan ikincisine gelince; o, malı uzatmak ve uzatılan malı konuşmaksızın almaktan ibaret olan elin fiilini sebep kılmaktır.
Çünkü lâfız malın kendisine sebep değil, delâleti itibariyle sebep olur. Oysa teslim ve tesellüm, maksadı devamlı şekilde ifade eden daha kuvvetli bir sebeptir. Üstelik selefin hediyeleri icap ve kabul olmaksızın alıp tasarruf etmeleri, bunun açık bir delilidir. Acaba bu muamelede bedelin olup olmaması arasında ne fark vardır? Zira hibede de mülkün nakledilmesi lâzımdır. Ancak geçmiş âdet (selef-i sâlihînin âdeti), kıymetsiz hediyelerle kıymetli hediyeler arasında ayırım yapmaksızın hepsini îcabsız ve kabulsüz verip almaktı. Hediye verilen mal nasıl olursa olsun, onun hakkında îcab ve kabulü istemek ayıp sayılırdı. Fakat satılanlar, kıymetsiz şeyler değilse, onların hakkındaki îcab ve kabul, ayıp sayılmadığı gibi lâzımdı. İşte ihtimallerin en normali olarak bu ihtimali görüyoruz.
Dindar bir kimsenin ihtilâf şüphesinden çıkmak için alışverişte îcab ve kabulü (sattım-aldım' demeyi) terketmemesi hakkıdır. Bu bakımdan satan bir kimse, sattığı malı îcab ve kabulsüz elde ettiğinden dolayı, ikinci alıcının îcab ve kabulü terketmesi uygun bir hareket değildir; zira satıcı îcab ve kabulü terketmiş mi-dir, etmemiş midir? Bu husus kesinlikle bilinmemektedir. O halde çok zaman îcab ve kabulle akdi yapılmış malı satın alabilir. Eğer satıcının o malı satın aldığında orada hazır bulunuyorsa veya satıcı 'Ben bu malı icabsız ve kabulsüz aldım' diye ikrarda bulu-nursa, o vakit ondan mal satın almayıp, başka bir satıcıya gidip ondan alsın! Eğer satılan mal, kıymetsiz şeylerden ise ve müşteri de onu satın almaya muhtaç ise, o zaman îcab ve kabul tâbirleri kullanılsın. Zira bu tâbirler, ilerde meydana çıkacak bir mü-nakaşayı önleyici olur. Zira açık tâbirlerle satılan mal hususunda caymak, dinen mümkün değildir. Fakat mücerred fiil ile satılan mal için caymak mümkündür.
Eğer 'mücerred fiil ile satılan bir malda caymam mümkün ise, acaba kişi bir ziyafette veya bir sofrada bulunduğu zaman, bu ziyafetin ve sofranın sahiplerinin açık söz olmadan sadece fiil ile alışveriş yaptıklarını kesinlikle bilir veya onlardan böyle alışveriş yaptıklarını dinlemiş veya gözüyle görmüş ise, böyle bir ziyafetten uzak durması vacib midir, değil midir?' dersen, cevap olarak deriz ki: Eğer adamların îcab ve kabûlle değil, sadece mücerred fiille satın aldıkları şey, kıymetli şeylerden ise, müslüman bir kimseye onlardan alışveriş yapmamak vaciptir. Yemek cihetine gelince... Yemekten çekinmek vacib değildir. Çünkü bizim 'mücerred fiil acaba mülkün bir elden diğer bir ele nakledilmesine delâlet eder mi etmez mi?' şeklindeki tereddüdümüz, bu şekilde elde edilen malın mübah olduğuna delâlet etmesi gerekir. Zira mübahlık ko-nusu daha geniş bir konudur. Mülkün bir elden diğer bir ele nak-ledilmesi meselesi ise, daha basit bir meseledir. Bu bakımdan her yenen maddenin alışverişinde açık söz olmadan sadece fiil âdet olmuştur, satıcının onu alıcıya teslim etmesi, onun yenmesine izni vermesi demektir. Bu durum hâlin karineleriyle bilinmektedir. Tıpkı hamamcının, hamama girme iznini vermek suretiyle suyu kullanma ve tasarruf etme izni vermiş sayılması gibi.. Satıcının bu malı teslim etmesi, aynı zamanda müşterinin bu malı, istediğine yedirmesine de izin vermektir. Bu bakımdan bu şekilde teslim et-mek, sanki 'Şu yemekten yemeni veya istediğin bir kimseye yedir-meni sana helâl ettim' demek yerine geçmiş olur. Böyle bir du-rumda, bu malı yemek ve yedirmek alıcı için helâl olur. Eğer satıcı açıkça 'Şu yemeği ye ve bana onun kıymetiyle borçlu ol' dese, o zaman o yemeği yemek helâl olur ve yiyene, yedikten sonra onun kıymetini ödemesi gerekir. İşte bence fıkhı kıyas budur. Fakat kişi mücerred fiil ile bir malı satın alıp mülk ettikten sonra yiyip onu bitirirse, kendisine o malın kıymetini sahibine vermek düşer. Daha önceden sahibine teslim ettiği para eğer esas kıymetine denk geliyorsa mal sahibi hakkının benzerini elde etmiş olur ve onu -ikinci bir defa malının kıymetini isteyip almaktan aciz ise- mülk edinebilir. Eğer malının kıymetini istemeğe muktedir ise, o vakit müşteriden daha önceden aldığı bedeli mülk edinemez. Çünkü çoğu zaman malın sahibi müşteriden aldığı bedeli borcunun yerine sarfetmeye razı değildir. Bu bakımdan müracaat edip malının esas kıymetini müşteriden alması ve yanında daha önceden müşteriden .malın pahası olarak aldığını geri vermesi gerekir. (Çünkü alışveriş olmadığı için müşterinin daha önceden verdiği paha, mal sahibinin elinde emanet gibi durmaktadır). Burada ise, mal sahibinin rızası, malı teslim ettiği zaman hâlin karineleriyle bilinmiştir. Bu bakımdan mal sahibinin bu fiilinin onun rızasına delalet ettiği ihtimali uzak değildir. Yani daha sonra, malını teslim ettiği kimseden alacağını tahsil edip böylece hakkını elde etmiş olacaktır. Fakat her hâlükârda satıcının tarafı çok anlaşılmaz bir durumdadır. Çünkü satıcı malının karşılığında aldığı bedelde bazen tasarruf etmek ister. Oysa onu mülk edinip onda tasarruf etmesi mümkün değildir. Meğer ki alıcı onun malında tasarruf edip onu telef etmiş olsun... Sonra satıcı çok zaman mülk edinme kastını yenilemeye mecbur olur. Sonra sözle değil, fiilinde istifade edilen mücerred rızasına dayanarak bazen de mülk edinmiş olur. Müşterinin yemek edinmesi tarafına gelince -ki müşteri de o yemek edinmekten sadece onu yemeyi kastetmektedir- bu kolaydır; zira bu yemeğin mübah olması, hâl karinesinden anlaşılan mübahlık ile sabit olur. Fakat çoğu zaman alıcının müşaveresinden veya durumundan misafirin yediği miktarı ödemesi gerekir. Misafirden bu ödemenin düşmesi ancak satıcının müşteriden aldığını temellük ettiği zaman sabit olur. Bu bakımdan müşteri o zaman, borcunu edâ etmiş veya borcu başkası tarafından ödenmiş bir kimse gibi olur.
İşte müşkil olmasına rağmen açık söz olmadan yapılan alışveriş kaidesinde bizim görüşümüz budur. Bu söylediklerimiz bir takım ihtimal ve zanlardır ki biz onları evirip çeviriyoruz. Bu husustaki fetva ancak bu zanlar üzerine bina edilebilir. Dindar bir kimsenin ise, ona herşeyden önce kalbinden fetva istemesi ve şüpheli yerlerden kaçınması en uygun ve en yararlı bir harekettir.
___________
18) Gazâlî'nin bu kavimlere karşı bir husumeti olduğu düşünülmemelidir. Onun döneminde bunlar devlet hizmetinde çalışıyorlar ve zorbalık yapıyorlardı. Müellif bu nedenle mallarının haram olduğuna hükmetmektedir.
19)Müslim ve Buharî, (İbn Ömer'den), 'Sürü köpeği veya evi muhafaza eden
köpek hariç, köpek edinen bir kimsenin amelinden hergün iki kırat kadar
sevabı azalır'.
20)Hz. Âişe evinde, içinde hayvan şekilleri bulunan bir perde asmıştı. Hz.
Peygamber bunu hoş görmeyip Hz. Aişe'ye şöyle demiştir: 'Bu perdeyi oradan
indir. Ondan yastık yüzü yapabilirsin'. (Müslim ve Buhârî)
21) Müslim ve Buhârî, (Ebu Abbas'tan)
22) Adı Ahmed b. Ömer'dir. Irak'ta Şâfiilerin imamıydı. İbn Subkî, İbn Kesîr ve Haydarî, tabakâtlarnda İbn Sureyc'e genişçe yer vermişlerdir
a)Akdi yapan (satıcı veya alıcı)
b)Akdi yapılan (satılan veya alınan mal)
c)Lâfız ('sattım' veya 'şu kadar miktar mukabilinde aldım' gibi sîgalar)
a) Akdi Yapan (Satıcı veya Alıcı)
Tüccar bir kimsenin, kör, köle, mecnun veya çocuk ile alışveriş yapmaması gerekir; zira çocuk mükellef değildir. Mecnun da onun gibi... Bu bakımdan çocuk ve mecnunun alışverişleri bâtıldır. İmam Şâfiî'ye göre, çocuğun velîsi kendisine alışveriş yapabileceğine dair izin verse dahi, onun alışverişi sahih değildir. O halde tüccar, çocuk ve deliden aldığı şeyleri tazmin etmeye mec-burdur. Tüccarın çocuk ve deliye sattığı şeyleronların elinde zâyi olursa tüccarın kesesinden gitmiş olur. Akıllı köleye gelince, onun alışverişi, ancak efendisinin izniyle sahih olabilir. Bu bakımdan bakkala, fırıncıya, kasaba ve bunlara benzer ticaret erbabına gereken şudur: Kölelerle, efendileri onlara alışveriş izni vermeden onlarla alışveriş etmemektir. Efendilerinin kölelere izin verdiklerini ya kendi kulaklarıyla işitmelidirler veya memlekette 'Bu köle alışverişte efendisi tarafından görevli ve onun adına alışveriş yapmak hususunda yetkilidir' şeklinde bilinmesi gerekir. Bu bakımdan tüccar, bu yaygın habere güvenerek veya kendisine kölenin efendisi tarafından görevlendirildiğini söyleyen âdil bir kimsenin haberine itimad ederek onunla alışveriş yapabilir. Eğer kölenin efendisi, köleyi görevlendirmediği halde tüccar onunla muamele yaparsa, aralarında yapılan bu akid bâtıldır. Tüccar köleden neyi alırsa, o kölenin efendisine ait bir tazminat olarak tüccarın yanında bulunuyor demektir ve tüccar, köleye birşey teslim ettiği takdirde, kölenin elinde o teslim edilen zâyi olursa ne kölenin efendisi zayi olan malı toplamaya mecbur olur ne de o mal kölenin boynuna yüklenen bir hak olur. Bilâkis tüccar, ancak bu köle âzâd edildiği zaman, o hakkını kendisinden isteyebilir. Kör bir kimseye gelince; kör görmediği bir nesneyi satmış veya almış olur. Bu bakımdan onun ne satışı, ne de alışı sahihtir. Biz köre demeliyiz ki; 'Kendine gözü gören bir vekil tâyin et. O vekil senin hesabına alışveriş yapsın'. O halde âmânın vekil tutması sahihtir vekilinin de alışverişi (müvekkili için) sahihtir. Eğer tüccar bilfiil iki gözden âmâ olan kimse ile alışveriş yaparsa, muamelesi fâsiddir. Âmâdan ne alırsa, aldığı mal kıymeti nisbetinde elinde bir nevi emanet gibi bulunur ve ondan sorumludur. Âmâya teslim ettiği maldan da kıymeti nisbetinde âmâ sorumludur. Kâfire gelince, onunla muamele caizdir. Ancak mushaf kâfire satılamaz. Müslüman bir köle, kâfire satılmaz. Eğer kâfir müslümanlarla savaş halindeyse, ona silah satmak da haramdır. Bütün bunlara rağmen tüccar kâfire mushaf-ı şerif, müslüman köle ve savaş ha-lindeki kâfire de silah satarsa, bu muameleleri merduddur ve bu muamelerlerden ötürü kendisi de âsidir. Türkten, Türkmenden, Arap ve Kürtten olan askerlere, hırsız, hain, faizci, zâlim ve malının çoğu haram olan kimselere gelince, onların elinden herhangi bir şeyi almak tüccar için uygun bir hareket değildir. Çünkü bunların . malı, çoğu zaman haramdır. Ancak onlardan aldığı şeyin helâl olduğunu biliyorsa o vakit alabilir. Bunun tafsilâtı Helâl ve Haram bölümünde gelecektir.18
b) Akdi Yapılan (Satılan veya Alınan Mal)
Bu ise, akidlerin birinden diğerine nakil edilmesi istenen maldır. İster o mal semen (nakit yerine geçen mal) olsun ister musemmen (satılan mal) olsun... Bu bakımdan satılan malda altı şart aranır.
1.Maddesinin pis olmaması gerekir.
Bu bakımdan köpeği, domuzu, gübreyi ve insan pisliğini satmak sahih değildir. (Bu hüküm Şâfiî'ye göredir. Ebu Hanife'ye göre tezek ve gübreler satılabilir). Fildişi ve o dişten yapılan kapların satılması da sahih değildir. Zira kemik, ölüm ile necis olmuştur. Fil ise, kesilse dahi temiz sayılamaz. Bu bakımdan filin kemikleri kesilmesiyle dahi temiz olmaz. İçkinin satılması caiz değildir. Eti yenilmeyen hayvanların içinden çıkartılan yağların satışı da caiz değildir. Her ne kadar bu yağlar çırada yakmak ve gemileri yağlamak için yararlı ise de...
Maddesi temiz olan ve fakat daha sonra necasetin düşmesiyle veya içinde bir farenin ölmesiyle necis olan yağın satılmasında herhangi bir beis yoktur. (Ancak alıcıya durumu izah etmek farzdır). Zira böyle bir yağdan, yemek dışında yararlanmak caizdir. Esasında necis de değildir. İpek böceklerinin satışında bir beis görmemekteyim; zira bu tohum, kendisinden faydalanan bir hayvanın aslını teşkil etmektedir. Bunu tavuğun yumurtasına benzetmek, bunu gübreye benzetmekten daha evlâdır. Misk kesesinin satışı caizdir. Diri olarak geyiğin boynundan koparıldığı zaman temizliğine hükmedilir.
2.Satılan malın faydalı olması gerekir.
Bu bakımdan haşaratları, fareyi ve yılanı satmak caiz değildir. Sihirbazların yılandan istifade etmeleri ise, dikkate alınmaz. Yine yılanı sepetten çıkarıp halka göstermek suretiyle fayda sağlamaya da itibar edilmez. Kedinin, arının (çakır ve doğan gibi öğretilmeye kabiliyetleri olan) pars ve arslanın satışı caizdir. Avlanmak için elverişli olan veya derisinden faydalanılan hayvanın satışı da caizdir. Fili yük taşımak için satmak caizdir. Etleri yenilmese de, Tuti, Tavus ve şekli güzel olan bütün kuşların satışları caizdir. Zira onların seslerini dinlemek ve onları seyretmek mübah bir şeydir. Güzelliğine hayran kalındığı halde köpeğin alınıp satılmaması, Hz. Peygamber'in yasaklamasından ötürüdür.19
Ud (saz), sanç (zenç), oyun-eğlence aletlerinin satışı caiz değildir. Zira şer'an bunların hiçbir yararları yoktur. (Bu görüş İmam Şâfiî'ye aittir).
Çamurdan yapılmış ve bayramlarda çocukların oynaması için satılan hayvan heykelleri gibi nesnelerin satışı melâhi aletlerinin satışı gibidir. Zira bütün bunları kırmak dinen vaciptir. Ağaçların resimlerini yapmak için müsamaha gösterilmiştir.
Üzerinde hayvan resimleri bulunan elbise ve tabaklara gelince... Onları satmak sahihtir. Resimli perdeleri satmak da böyledir. Hz. Peygamber (s.a) Aişe validemize şöyle buyurmuştur:
Ondan yastıklar yap!20
Fakat resimli elbiseler ve örtüleri duvara asmak suretiyle kullanmak caiz değildir. Madem bir şekilde insan bunlardan faydalanabilir, o halde bu şekil için onların satışı sahihtir.
3. Kendisinde tasarruf edilen mal, akid yapanın malı olmalı veya esas mal sahibi tarafından, kendisine tasarruf izni verilmiş olmalıdır.
Malın sahibi olmayan bir kimseden, mal sahibinin o kimseye izin vermesini beklemek kaydıyle satın almak caiz değildir. Bilâkis malın sahibi daha sonra o satan kimseye satış iznini verse bile, akdin yenilenmesi farzdır. Kadından, kocasının malını satın almak uygun bir hareket değildir. Nitekim kocadan da karısının malını satın almak uygun olmadığı gibi... Babadan evladının malını, evlattan da babasının malını almak da uygun değildir. Bütün bu muameleler eğer mal sahibi bu yakınları tarafından malının satıldığını bilse, o satışa rıza gösterecektir kanaatine dayanarak yapılsa bile yine de uygun değildir. Çünkü alışverişten önce, mal sahibinin rızâsı olmadığı takdirde alışveriş, doğru olmaz. Bunun benzerleri, çarşı ve pazarlarda cereyan etmektedir. Bu bakımdan dindar olan bir kimseye böyle bir alışverişten sakınmak gerekir.
4.Satılan mal şer'an ve görünüşte teslim edilmesi mümkün
olan birşey olmalıdır.
Bu bakımdan teslim edilmesi görünüşte mümkün olmayan şeyin satışı doğru değildir. Meselâ efendisinden kaçmış köle, suda yüzen balık, hayvanın karnında bulunan cenin ve boğanın belinde bulunan meni satılamaz. Böylece koyunun sırtındaki yünü, hayvanın memesindeki sütü satmak da caiz değildir. Zira onu alıcıya teslim etmek pek zordur. Çünkü satılan kısım satılmayan kısım ile karışıktır. Rehinde bulunan, vakfedilen ve efendisine çocuk doğuran cariye gibi şer'an teslim edilmesinden âciz olunan şeylere gelince, onların da satışları doğru değildir. Anneyi küçük yavrusundan ayırıp satmak caiz değildir. Çünkü küçük yavru annesiz tahammül edemez! Böylece yavruyu da annesiz satmak caiz değildir. Zira satılan yavruyu müşteriye teslim etmek, anneden yavruyu ayırmak olur ki, bu da haramdır. Bu bakımdan satış suretiyle de olsa, hayvanı yavrusundan ayırmak doğru değildir.
5.Satılan malın maddesi, miktarı ve vasfının belli olması gerekir.
Satılan malın maddesini bilmek ise, satıldığı anda maddesine işaret etmek suretiyle mümkün olur. O halde eğer (Ali) dese ki: 'Şu sürüden bir koyunu sana sattım veya şu dükkânda bulunan elbiselerden birini sana sattım veya şu toptan bir metre sana sattım. Hangi taraftan istersen kes veya şu araziden sana on zira (arşın) sattım. Hangi taraftan istersen al' Bütün bu suretlerde satış bâtıldır. Bütün bu işlemler dinde küstahça hareket eden ve dinî emirlere pek önem vermeyenlerin âdet edindikleri işlemlerdir
Ancak miktarı bilinen bir şeyin bir kısmını bu şekilde satmak caizdir. Meselâ bir şeyin yarısını veya onda birini satarsa, böyle bir satış caizdir.
Miktarın bilinmesine gelince, satılan malın miktarı ancak ölçek veya tartı veya bakmak suretiyle tayin edilir. Şayet Amr 'Sana şu elbiseyi, falanın elbisesini sattığı fiyatla sattım' dese ve o anda satıcı da alıcı da onun fiyatını bilmeseler, bu alış veriş bâtıldır. Yine Amr 'Sana şu terazi taşı ağırlığınca sattım' dese ve 'terazi taşı' denilen Sanca'nın ağırlığı belli değilse, böyle bir alışveriş bâtıl olur. Eğer Zeyd dese ki: 'Şu buğday yığınını sana sattım'. Bu satış da bâtıldır. (Çünkü miktarı belli değildir). Eğer 'Şu para kesesi veya şu altın parçası mukabilinde sana sattım' derse ve müşteri de, o para kesesini veya altın parçasını görüyorsa, bu alışveriş sa-hihtir. Müşterinin bakmak suretiyle tahmini, miktarın bilinmesi için kâfidir.
Satılan malın vasfının bilinmesine gelince... Bu husus görmekle sabit olur. Bu nedenle müşteri tarafından daha önce görülmemiş ortada olmayan bir malı satmak, caiz değildir; meğer ki, müşteri onu çok kısa bir zaman önce görmüş olsun ki, o zaman zarfında onun değişmesi genellikle mümkün olmasın. İşte aradan bu kadar az bir zaman geçmişse hazırda olmayan bir mal satılabilir. Satılan malın vasfını tarif etmek onun vasfını tesbit etmek yerine geçmez. Bu, Şâfiî mezhebinin en kuvvetli görüşüdür. (Bunun karşılığı olan bir görüş daha vardır). Makinede bulunan bir elbiseyi rakamlara itimad ederek satmak caiz değildir. Nitekim başakta bulunan buğdayın caiz olmadığı gibi. İçinde korunduğu kabuğuyla pirincin satılması caizdir. Böylece muhafazası bulunan kabuğun içinde cevizin ve bademin de satışları caizdir. Yeşil baklanın korunması için üstündeki kabuğa ihtiyaç olduğundan kabuğunun da satışı caizdir. Üzüm hoşafının (veya şerbet kabının) satışında müsamaha gösterilir. Çünkü selef-i Salihîn onun dibine bakmaksızın, onu satıyor ve alıyorlardı. Onların âdetleri bu şekilde cereyan ediyordu. Fakat şu kadar var ki, biz onu bir bedel mukabi-linde mübah görüyoruz. Eğer onu satmak için alırsa, böyle bir satış kıyasa göre bâtıldır. Zira su içindeki daneler, yaradılışta bir kabukla örtülü değillerdir ki, onlara bakılmasın. Fakat böyle bir satışta da müsamaha göstermek, uzak bir ihtimal değildir. Zira o daneleri sudan çıkarmakta onların ifsad edilmesi tehlikesi vardır.
Onlar, o vakit nar taneleri gibi olurlar. Tıpkı beraberinde kabuk varmış gibi muamele görürler.
6. Satılan malın teslim edilmiş olması gerekir.
Yani kişinin sattığı mal, kişinin elinde bulunmalıdır. Şu şartla ki, kişi onun mülkiyetini para karşılığında almış olsun... Bu hususî bir şarttır. Hz. Peygamber (s.a) daha birinci sahibinden alınmamış bir malı, ikinci bir kimseye satmayı yasaklamıştır.21 Bu hükme, gayr-ı menkul akarlar ve menkul malların hepsi dahildir. Bu bakımdan teslim alarak mülkiyetine geçirmediği bir malı satın alması veya satması bâtıldır. Menkul bir malın teslim alınması, nakledilmesiyledir. Gayr-i menkul akarların teslim alınması ise, satan tarafından tahliye edilmesine bağlıdır. Ölçmek şartıyla sattığı bir malın teslim alınması, ancak ölçtükten sonra mümkün olur. Miras, vasiyet ve emanet şeklinde gelen malların ve mülkiyeti para karşılığında edinilmiyen malların satışına gelince, bunlar satıcı tarafından alınmadan önce de satılabilirler
.
c) Lâfız ('Sattım' veya 'Şu kadar miktar mukabilinde aldım' Gibi Sîgalar)
Bu bakımdan alışverişte, aralıksız hemen bir arada aldım ve sattım demeleri gerekir. Bu muamele açıkça veya kinaye yoluyla alışverişi insanlara fehmettiren lâfızla olmalıdır. Eğer 'şunu bunun mukabilinde sattım', yerine 'sana şunu, bunun mukabilinde verdim' tâbirini kullanır, müşteri de kabul ederse, satıcı ile alıcı bu lâfızlardan alışverişi kasdettikleri müddetçe bu alışveriş caizdir.
(Kasdettikleri müddet' dedi); çünkü 'şunu, bunun mukabilinde sana verdim' tâbiri, iki elbise veya iki hayvan hususunda cereyan ederse, o zaman emanet mânâsına gelmesi muhtemeldir. Bu bakımdan alışveriş niyeti bu ihtimali uzaklaştırdığı gibi, akdi de sağlamlaştırır. Açık tâbir ise, ileride meydana gelecek husû-metlerin kökünü kesmek bakımından daha iyidir. Fakat kinaye tâ-biri tercih edilen kavle göre; açık tâbir gibi hem satılanın mülkiye-tini, hem de helâl olmasını ifade eder.
Alışverişle akdin şartlarına ters düşen herhangi bir şartı ileri sürmek uygun değildir, O halde, eğer başka birşeyin daha olmasını şart koşarsa veya 'Şu malı senden satın alıyorum ama onu benim evime getirip teslim etmek şartiyle' derse, bu şartların hepsi fâsiddir. (Ebu Hanife ve iki talebesi 'Fâsid değildir' demişlerdir). Ancak satıcının o malı evine getirdiği için ayrıca ücretini verdiği (veya o memlekette böyle bir nakliyatın ücreti alışverişten ayrı olarak malûm olduğu zaman) caizdir. Alıcı ile satıcı arasında konuşma olmayıp sadece para vermek ve mal almak olursa (buna mua'tat denir). İmam Şâfiî'ye göre, böyle bir alışveriş asla olmuş sayılmaz. İmam Âzam'a göre, eğer kıymetsiz şeylerde bu şekilde alışveriş olursa bu alışveriş olmuş demektir. Fakat kıymetsiz şeylerin neler olduğunu tesbit etmek ve ayırmak gayet güç bir şeydir. Eğer muamele, o memleketin örf ve âdetlerine göre kabul edilecek olsa bile, o vakit insanlar bu şekil alışveriş hususunda kıymetsiz eşyaları çok bulabilirler. Zira tellâl bezzazın dükkânına gidiyor. Kıymeti on altın olan ipekli elbise alıyor (mesalâ), onu müşteriye götürüyor ve tekrar bezzaza dönüp müşterinin ona razı olduğunu söylüyor ve bezzaz kendisine 'Git müşteriden on altını al, getir' diyor. Böylece tellâl müşteriye gidip on altını alıyor ve bezzaza teslim ediyor. Bezzaz da parayı teslim alıp onda tasarruf ediyor. Elbiseyi satın alan da elbiseyi kesip biçiyor. Oysa bezzaz ile müşteri arasında hiç de îcab ve kabul diye birşey cereyan etmiş değildir. Böylece gelinler için çeyiz yapanlar, satıcının dükkânına giderler, meselâ kıymeti yüz altın olan bir malı müzayede şekliyle aralarına çıkarıp onlardan biri 'Bu mal doksan ile benim olsun' der. Başka birisi 'Doksanbeş ile benim olsun', üçüncü bir kimse de 'Yüz ile benim olsun' der. Mal sahibi 'Haydi say' der. Adam da yüzü sayar, malı teslim eder. Böylece îcab ve kabul olmaksızın malı teslim alır. Âdet de böylece devam edip gelmektedir. İşte bu meseleler tedâvi ve ilâç kabul etmeyen müzmin yaralardandır. Zira burada üç ihtimal daha vardır.
a) Ya konuşmaksızın satın almanın kapısını mutlak olarak -ister kıymetsiz eşyalarda, isterse kıymetli olanlarda olsun- ardına kadar açacaktır. Bu ise imkansızdır. Zira böyle bir durumda mal, kendisine delâlet eden bir söz olmaksızın, birinin zimmetinden öbürünün zimmetine geçer. Oysa Allah Teâlâ, bey'i helâl etmiştir. Bey' ise ancak (verdim ve aldım, sattım ve satın aldım gibi) icâb ve kabulün ismidir. Teslim ve tesellüm fiil-i mücerredine Bey' isminin verilmesi, hiçbir zaman meydana gelmiş değildir. O halde, biz böyle bir durumda taraflardan birinden diğerine mülkiyetin geçmesine ne ile hükmedebiliriz? Özellikle bu durum, câriyeler, köleler, gayr-i menkul akarlar ve kıymetli hayvanlar ve hakkında çokça münakaşa edilen nesnelerde olursa... (Mesele daha da müşkilleşir); zira böyle bir durumda, o malı teslim eden kişi cayabilir ve 'Ben caydım, onu satmadım' diyebilir. Zira benden 'sattım' tâbiri çıkmadı, ben sadece 'teslim ettim' deyip yan çizmede diretebilir.
b)İkinci ihtimal, bizim bu şekildeki alışverişin kapısını tamamen kapatmamızdır. Nitekim İmam Şâfiî (r.a) böyle bir akdin bâtıl olduğunu söylemiştir. Fakat böyle yapmak da iki cepheden çok zordur.
1.Böyle bir alışveriş yapmak, ashâb-ı kirâm zamanında kıymetsiz şeylerde cereyan edip âdet olana benzemektedir. Eğer ashâb-ı kirâm, bakkal, fırıncı ve kasapla dahi icab ve kabul ile alışverişe kendilerini zorlamış olsalardı, bu onlara gayet ağır gelecekti ve onların böyle yaptıkları, bizim zamanımıza kadar nakledilecekti. Bir de o âdetten tamamen yüz çevirmenin vakti de meşhur olup bilinecekti. Zira asırlar böyle şeyler hususunda değişirler.
2.İnsanlar şu zamanda îcab ve kabul olmaksızın teslim ve tesellüm şeklinde alışveriş yapmaya dalmış bir durumdalar.
İnsanoğlu, yiyeceklerden ve diğer şeylerden birşey satın aldığı zaman, kesinlikle bilir ki, satıcı bunu îcab ve kabul şekliyle değil teslim ve tesellüm şeklinde satmıştır. Bu bakımdan madem satıcı
bunu böyle almış, o halde ikinci bir satıcının akidle telaffuz edip bunu îcab ve kabul yoluyla satın almasında ne fayda vardır?
c)Üçüncü ihtimale gelince... Kıymetsiz eşya ile kıymetlieşyalar arasında ayrım yapmaktır... Nitekim Ebu Hanife de böyle buyurmuştur. Bu takdirde de kıymetsiz eşyaların grubuna nelerin girdiği hususunu tesbit etmek zorlaşır. Mülkün kendisine delâlet
eden bir lâfız olmaksızın nakledilmesi ise zorlaşır. İbn Sureye22,
İmam Şâfiî'nin bir kavlini bu şeklide tahriç ettiğine zâhib olmuştur. Bu ihtimal, normale en yakın ihtimallerden birisidir.
Eğer biz de şiddetli ihtiyaçtan dolayı İmam Şâfiî'nin böyle dediğine
meyledersek, bunda hiçbir beis yoktur. Çünkü bu şekilde alışveriş halk arasında umumîleşmiştir. Bir de daha önceki asırlarda da bu şekilde alışveriş yapmanın âdet olduğu zannı, insanda galibdir. ikinci ihtimalde geçen iki zorluğun cevabı ise şöyledir: Deriz ki, kıymetsiz eşyalar ile kıymetli eşyaların arasındaki ayrımın tesbit edilmesine gelince; biz bunları takdir etmekle mükellef değiliz. Zira bu şekilde bir takdir imkânsızdır. Belki bunun apaçık iki ta-rafı vardır. Zira gizli değildir ki, baklanın, meyvelerin, ekmek ve etin az bir miktarını satın almak, kıymetsiz nesnelerden sayılmışlardır. Bunların alışverişlerinde de teslim ve tesellümden başka âdet yoktur.
Eğer bir kimse, böyle şeylerde îcab ve kabulü isterse, o kimse pek fazla mutaassıb sayılmış olur. Böyle sayıldığından dolayı, teklifi soğuk ve ağır karşılanır ve öyle bir kimse, kıymetsiz birşey için zorluk çıkarmakla suçlanır ve bunun tutarlı bir tarafı da yoktur. İşte bu satılan eşyaların kıymetsizlik tarafıdır. İkinci tarafı ise, hayvanlar, köleler, akarlar, kıymetli elbiselerdir. Böyle şeylerin alışverişinde îcab ve kabule zorlamak uzak bir teklif değildir. Bu iki taraf arasında, her iki tarafa da benzer nesneler vardır. Onlarda insan şüpheye düşer ve onlar şüphe yerleridirler. Bu bakımdan dindar bir kimsenin hakkı böyle şeylerde ihtiyatlı davranmaktır. Adet ile bilinen şerî kaidelerin tamamı böyledir. Mülkün nakledilmesi için bir sebebin aranması olan ikincisine gelince; o, malı uzatmak ve uzatılan malı konuşmaksızın almaktan ibaret olan elin fiilini sebep kılmaktır.
Çünkü lâfız malın kendisine sebep değil, delâleti itibariyle sebep olur. Oysa teslim ve tesellüm, maksadı devamlı şekilde ifade eden daha kuvvetli bir sebeptir. Üstelik selefin hediyeleri icap ve kabul olmaksızın alıp tasarruf etmeleri, bunun açık bir delilidir. Acaba bu muamelede bedelin olup olmaması arasında ne fark vardır? Zira hibede de mülkün nakledilmesi lâzımdır. Ancak geçmiş âdet (selef-i sâlihînin âdeti), kıymetsiz hediyelerle kıymetli hediyeler arasında ayırım yapmaksızın hepsini îcabsız ve kabulsüz verip almaktı. Hediye verilen mal nasıl olursa olsun, onun hakkında îcab ve kabulü istemek ayıp sayılırdı. Fakat satılanlar, kıymetsiz şeyler değilse, onların hakkındaki îcab ve kabul, ayıp sayılmadığı gibi lâzımdı. İşte ihtimallerin en normali olarak bu ihtimali görüyoruz.
Dindar bir kimsenin ihtilâf şüphesinden çıkmak için alışverişte îcab ve kabulü (sattım-aldım' demeyi) terketmemesi hakkıdır. Bu bakımdan satan bir kimse, sattığı malı îcab ve kabulsüz elde ettiğinden dolayı, ikinci alıcının îcab ve kabulü terketmesi uygun bir hareket değildir; zira satıcı îcab ve kabulü terketmiş mi-dir, etmemiş midir? Bu husus kesinlikle bilinmemektedir. O halde çok zaman îcab ve kabulle akdi yapılmış malı satın alabilir. Eğer satıcının o malı satın aldığında orada hazır bulunuyorsa veya satıcı 'Ben bu malı icabsız ve kabulsüz aldım' diye ikrarda bulu-nursa, o vakit ondan mal satın almayıp, başka bir satıcıya gidip ondan alsın! Eğer satılan mal, kıymetsiz şeylerden ise ve müşteri de onu satın almaya muhtaç ise, o zaman îcab ve kabul tâbirleri kullanılsın. Zira bu tâbirler, ilerde meydana çıkacak bir mü-nakaşayı önleyici olur. Zira açık tâbirlerle satılan mal hususunda caymak, dinen mümkün değildir. Fakat mücerred fiil ile satılan mal için caymak mümkündür.
Eğer 'mücerred fiil ile satılan bir malda caymam mümkün ise, acaba kişi bir ziyafette veya bir sofrada bulunduğu zaman, bu ziyafetin ve sofranın sahiplerinin açık söz olmadan sadece fiil ile alışveriş yaptıklarını kesinlikle bilir veya onlardan böyle alışveriş yaptıklarını dinlemiş veya gözüyle görmüş ise, böyle bir ziyafetten uzak durması vacib midir, değil midir?' dersen, cevap olarak deriz ki: Eğer adamların îcab ve kabûlle değil, sadece mücerred fiille satın aldıkları şey, kıymetli şeylerden ise, müslüman bir kimseye onlardan alışveriş yapmamak vaciptir. Yemek cihetine gelince... Yemekten çekinmek vacib değildir. Çünkü bizim 'mücerred fiil acaba mülkün bir elden diğer bir ele nakledilmesine delâlet eder mi etmez mi?' şeklindeki tereddüdümüz, bu şekilde elde edilen malın mübah olduğuna delâlet etmesi gerekir. Zira mübahlık ko-nusu daha geniş bir konudur. Mülkün bir elden diğer bir ele nak-ledilmesi meselesi ise, daha basit bir meseledir. Bu bakımdan her yenen maddenin alışverişinde açık söz olmadan sadece fiil âdet olmuştur, satıcının onu alıcıya teslim etmesi, onun yenmesine izni vermesi demektir. Bu durum hâlin karineleriyle bilinmektedir. Tıpkı hamamcının, hamama girme iznini vermek suretiyle suyu kullanma ve tasarruf etme izni vermiş sayılması gibi.. Satıcının bu malı teslim etmesi, aynı zamanda müşterinin bu malı, istediğine yedirmesine de izin vermektir. Bu bakımdan bu şekilde teslim et-mek, sanki 'Şu yemekten yemeni veya istediğin bir kimseye yedir-meni sana helâl ettim' demek yerine geçmiş olur. Böyle bir du-rumda, bu malı yemek ve yedirmek alıcı için helâl olur. Eğer satıcı açıkça 'Şu yemeği ye ve bana onun kıymetiyle borçlu ol' dese, o zaman o yemeği yemek helâl olur ve yiyene, yedikten sonra onun kıymetini ödemesi gerekir. İşte bence fıkhı kıyas budur. Fakat kişi mücerred fiil ile bir malı satın alıp mülk ettikten sonra yiyip onu bitirirse, kendisine o malın kıymetini sahibine vermek düşer. Daha önceden sahibine teslim ettiği para eğer esas kıymetine denk geliyorsa mal sahibi hakkının benzerini elde etmiş olur ve onu -ikinci bir defa malının kıymetini isteyip almaktan aciz ise- mülk edinebilir. Eğer malının kıymetini istemeğe muktedir ise, o vakit müşteriden daha önceden aldığı bedeli mülk edinemez. Çünkü çoğu zaman malın sahibi müşteriden aldığı bedeli borcunun yerine sarfetmeye razı değildir. Bu bakımdan müracaat edip malının esas kıymetini müşteriden alması ve yanında daha önceden müşteriden .malın pahası olarak aldığını geri vermesi gerekir. (Çünkü alışveriş olmadığı için müşterinin daha önceden verdiği paha, mal sahibinin elinde emanet gibi durmaktadır). Burada ise, mal sahibinin rızası, malı teslim ettiği zaman hâlin karineleriyle bilinmiştir. Bu bakımdan mal sahibinin bu fiilinin onun rızasına delalet ettiği ihtimali uzak değildir. Yani daha sonra, malını teslim ettiği kimseden alacağını tahsil edip böylece hakkını elde etmiş olacaktır. Fakat her hâlükârda satıcının tarafı çok anlaşılmaz bir durumdadır. Çünkü satıcı malının karşılığında aldığı bedelde bazen tasarruf etmek ister. Oysa onu mülk edinip onda tasarruf etmesi mümkün değildir. Meğer ki alıcı onun malında tasarruf edip onu telef etmiş olsun... Sonra satıcı çok zaman mülk edinme kastını yenilemeye mecbur olur. Sonra sözle değil, fiilinde istifade edilen mücerred rızasına dayanarak bazen de mülk edinmiş olur. Müşterinin yemek edinmesi tarafına gelince -ki müşteri de o yemek edinmekten sadece onu yemeyi kastetmektedir- bu kolaydır; zira bu yemeğin mübah olması, hâl karinesinden anlaşılan mübahlık ile sabit olur. Fakat çoğu zaman alıcının müşaveresinden veya durumundan misafirin yediği miktarı ödemesi gerekir. Misafirden bu ödemenin düşmesi ancak satıcının müşteriden aldığını temellük ettiği zaman sabit olur. Bu bakımdan müşteri o zaman, borcunu edâ etmiş veya borcu başkası tarafından ödenmiş bir kimse gibi olur.
İşte müşkil olmasına rağmen açık söz olmadan yapılan alışveriş kaidesinde bizim görüşümüz budur. Bu söylediklerimiz bir takım ihtimal ve zanlardır ki biz onları evirip çeviriyoruz. Bu husustaki fetva ancak bu zanlar üzerine bina edilebilir. Dindar bir kimsenin ise, ona herşeyden önce kalbinden fetva istemesi ve şüpheli yerlerden kaçınması en uygun ve en yararlı bir harekettir.
___________
18) Gazâlî'nin bu kavimlere karşı bir husumeti olduğu düşünülmemelidir. Onun döneminde bunlar devlet hizmetinde çalışıyorlar ve zorbalık yapıyorlardı. Müellif bu nedenle mallarının haram olduğuna hükmetmektedir.
19)Müslim ve Buharî, (İbn Ömer'den), 'Sürü köpeği veya evi muhafaza eden
köpek hariç, köpek edinen bir kimsenin amelinden hergün iki kırat kadar
sevabı azalır'.
20)Hz. Âişe evinde, içinde hayvan şekilleri bulunan bir perde asmıştı. Hz.
Peygamber bunu hoş görmeyip Hz. Aişe'ye şöyle demiştir: 'Bu perdeyi oradan
indir. Ondan yastık yüzü yapabilirsin'. (Müslim ve Buhârî)
21) Müslim ve Buhârî, (Ebu Abbas'tan)
22) Adı Ahmed b. Ömer'dir. Irak'ta Şâfiilerin imamıydı. İbn Subkî, İbn Kesîr ve Haydarî, tabakâtlarnda İbn Sureyc'e genişçe yer vermişlerdir
Ticarî İlişkilerin Sıhhatini Bilmek
- 1. Bey' (Alışveriş)
- 2. Riba (Faiz)
- 3. Selem
- 4-İcare
- 5-Kırad
- 6-Şirket (Ortaklık)