Giriş

Fakirlik şahsın muhtaç olduğu şeyin yokluğundan ibarettir. İhtiyaç olmayan şeyin yokluğuna ise fakirlik denilmez. Eğer ihtiyaç olan şey var ve gücü yettiği şekilde ise, ona muhtaç olan kişi fakir sayılmaz. Bu hakikati anladığın zaman, Allah'tan başka her varlığın fakir olduğunda şüphen kalmaz, çünkü her varlık, ikinci durumda, varlığının devamına muhtaçtır. Varlığının devamı ise, Allah'ın faziletinden kaynaklanır. Eğer varlık âleminde varlığı başkasından istifade edilmiyen bir var varsa işte o mutlak mânâda zengindir. Böyle bir varın varlığı ancak bir zat için düşünülebilir. Bu bakımdan varlık âleminde bir zenginden başkası yoktur. O'ndan başka olan herkes O'na muhtaçtır. Devamlı olarak O'nun cömertliğinden imdat beklerler. Bu hasr'a. (ancak ile ifade edilen kaide ve cümle) şu ayet-i celîle ile işaret edilmiştir:
Allah zengindir, sizler fakirsiniz. (Muhammed/38)

Bu mânâ, mutlak fakirliğin mânâsıdır. Fakat biz burada mutlak fakirliğin beyanını kasdetmiyoruz. Özel olarak mal fakirliğinden bahsediyoruz. Aksi takdirde kulun, ihtiyaçlarının sınıflarına göre fakirliği, kaide altına alınmayacak kadar çoktur. Çünkü kulun ihtiyaçları sayılamayacak kadar çoktur. Mal ile vardığı hedefler onun ihtiyaçlarının bir kısmıdır. İşte biz şimdilik, sadece bu son ihtiyacın beyanını yapmak istiyoruz. Bu bakımdan her mal kaybedene kaybettiği mala göre eğer kaybedilen mal, onun için bir ihtiyaç ise- 'Fakir' adı veriyoruz. Sonra fakirlik anında onda beş halin olması gerekir. Biz bu halleri ayırır ve her hale bir isim tahsis ederiz ki bu ayırım sayesinde onların hükümlerini belirtebilelim:

Birinci Hâl
Hâllerin en yücesi olan bu hâl, kişinin malı olduğunda maldan hoşlanmayıp eziyet çekecek durumda olmasıdır. Malı almaktan kaçacak, ondan nefret edecek, onun şerrinden ve meşguliyetinden sakınacak durumda olmasıdır. Bu durum zühd, bu durumda olanın ismi de zahid'dir.

İkinci Hâl
Kişi öyle bir durumdadır ki malın varlığıyla sevinecek şekilde malı istemediği gibi, eziyet çekecek şekilde maldan nefret de etmez. Eğer mal kendisine gelirse, zâhidlik de göstermez. Bu halin sahibine razı denir.

Üçüncü Hâl
Malın varlığının yokluğundan daha fazla hoşuna gitmesidir. Mala rağbeti vardır. Fakat kalkıp da malı talep edecek kadar rağbeti kabarmamıştır. Eğer mal saf ve helâl olarak kendisine gelirse, alır ve onunla sevinir. Eğer kazanmak için yorulmaya muhtaç olursa, onunla meşgul olmaz. Bu halin sahibine kanî (kanaatkâr) adı verilir; zira bu kimse malı talep etmeyi terkedecek kadar, var olanla nefsini ikna etmiştir. Buna rağmen kendisinde zayıf bir rağbet de vardır.

Dördüncü Hâl
Malı talep etmeyi terketmesinin acizliğinden kaynaklan-masıdır. Eğer acizliği olmasaydı malı edinmeye rağbet gösterirdi. Öyle bir rağbet ki yorgunlukla olsa dahi, malın talebine yol bulduğu takdirde, çekinmeden talep eder veya talep etmekle meşgul olurdu. Bu halin sahibine harıs adını veriyoruz.

beşinci Hâl
Kaybettiği mala, ekmeği kaybeden aç, elbiseyi kaybeden çıplak gibi muhtaç oluşudur. Bu halin sahibine muztar adı verilir. Artık bunun mal talebindeki rağbeti nasıl olursa olsun, ister zayıf, ister kuvvetli bulunsun vardır. Çünkü böyle bir halin rağbetten uzak bulunması az görülür. İşte bunlar beş haldir. En yüceleri zahidliktir. Izdırara zahidlik de eklenirse ileride de bahsi geleceği gibi zâhidlik derecelerinin en yücesidir. Bu beş halin ötesinde zâhidlikten daha yüce olan bir hâl vardır ki o da kişinin nezdinde malın varlığı ile yokluğunun bir olmasıdır. Eğer malı bulursa, onunla sevinmez ve eziyet duymaz. Eğer bulmazsa yine böyledir. Bunun hali, Hz. Âişe'nin hali gibidir; zira Hz. Âişe'ye Beytülmal'daki hakkından yüzbin dirhem geldi. Onu aldı, aynı günde fakirlere dağıttı. Cariyesinin 'Sen bugün dağıttığın paralardan bir dirhemle bize et aldırıp etle iftar etmemizi sağlayamaz miydin?' demesi üzerine Hz. Âişe 'Eğer daha önce hatırlatsaydın yapardım!' demiştir.

Hali bu olan bir kimse, eğer bütün dünya elinde ve dünya hazineleri onun olsa, ona zarar vermez; zira o, malları kendisinin değil, Allah'ın hazinesinden görür. Kendi elinde veya başkasının elinde olması arasında fark görmez. Bu halin sahibine müstağni demek uygundur. Çünkü o hem malın yokluğundan, hem de varlığından müstağnidir. Bu isimden öyle bir mânâ anlaşılmalı ki hem Allah'a verilen mutlak ganî, hem de malı çok olan kullara verilen zengin adından ayrılsın; zira malı çok olan kul, malıyla sevindiği takdirde o malın elinde olmasına muhtaç bir fakirdir. O, ancak malın eline geçmesinden dolayı zengindir. Elinde durmasından dolayı değil! Bu bakımdan o, bir de kalacağından ve elinden çıkacağından ötürü müstağnidir; zira bu şahıs, malın bu-lunmasıyla eziyet duymaz ki onun elinden çıkmasına muhtaç olsun. Onunla sevinmez ki onun devamlılığına ihtiyacı olsun. Onu kaybetmemiş ki eline geçmesine ihtiyaç duysun. Bu bakımdan bu-nun zenginliği mutlak zenginliğe daha yatkındır. O halde o, Allah Teâlâ'nın vasfı olan müstağniliğe öbüründen daha yakındır. Ancak kulun Allah'a yakınlığı, mekân yakınlığı değil, sıfatların yakınlığıdır. Fakat biz bu halin sahibine ganî (zengin) demeyiz, müstağni deriz ki zenginlik, mutlak zengin ve her şeyden müstağni olan Allah'a isim olarak kalsın. Bu kul ise varlıkla yokluk yönünden, her ne kadar, maldan müstağni ise de maldan başka olan birçok şeyden müstağni değildir. Kalbini süsleyen zenginliğinin bâki kalması için Allah'ın tevfîkini talep etmekten müstağni değildir; zira mal sevgisiyle bağlı bulunan kalp köledir. Maldan müstağni olan kalp ise hürdür. O kalbi kölelikten âzâd eden Allah Teâlâ'dır. Bu bakımdan o şahıs, bu âzadlılığın devamına muhtaçtır. Kalpler, sık sık hürriyet ile kölelik arasında evrilip çevrilmektedir. Çünkü kalpler, Rahman'ın kudret parmak-larından ikisi arasındadır. Bu sırra binaen 'Mutlak zenginlik' ismi, bu kemâlle beraber kişiye ancak mecazen verilir.

Zâhidlik bir derecedir. O da Ebrar'ın kemâlidir. Bu halin sahibi Mukarrebîn'dendir. Şüphe yoktur ki zâhidlik bunun hakkında ek-sikliktir; zira ebrarın iyilikleri mukarrebler için kötülük sayılır. Bunun hikmeti de şudur: Dünyadan nefret eden, tıpkı dünyaya rağbet gösterenin dünya ile meşgul olduğu gibi dünya ile meşguldür... Allah'tan başkasıyla meşgul olmak Allah'tan perdelenmektir; zira seninle Allah arasında uzaklık yoktur ki perde ol-sun. Çünkü Allah sana şah damarından daha yakındır! Allah bir mekânda değildir ki gökler ve yer seninle O'nun arasında perde olsun. Bu bakımdan seninle O'nun arasında perde, ancak Allah'tan başkasıyla meşgul olmandır. Kendi nefsin ve şehvetlerinle meşgul olman, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktır. Oysa sen durmadan nefsinle ve onun şehvetleriyle meşgulsün.

Bu bakımdan devamlı Allah'tan perdelisin. Öyleyse nefsinin sevgisiyle meşgul olan bir kimse, Allah Teâlâ'dan yüz çe-virmiştir. Nefsinin buğzuyla meşgul olan da Allah'tan uzaktır.

Allah'tan başka herşeyin misâli, aşık ile mâşuku bir araya getiren bir mecliste hazır olan râkibin misâlidir. Eğer âşıkın kalbi râkibe iltifat ederse, onun nefretiyle onu sakil telâkki edip oradaki huzu-runun kerahetiyle meşgul olursa aşık, kalbini onun buğzuyla meşgul ettiği halde mâşukun müşahedesiyle alması gereken lezzetten kalbini çevirmiş demektir.

Eğer aşk onun bütün vaktini almış olsaydı o, mâşukun hazır bulunduğu bir yerde, aşkta mâşuka şirk koşmazdı ve bu sevgide bir eksiklik ise, tıpkı onun gibi sevgiliden başkasına buğzettiğinden dolayı bakmak da bir tür aşkta şirk ve eksikliktir. Fakat biri diğerinden biraz daha hafiftir. Kemâl, kalbin ne buğz, ne de sevgi yönünden sevgiliden başkasına iltifat etmemesidir; zira nasıl ki kalpte bir halde iki sevgi bir araya gelmiyorsa, aynen onun gibi, bir halde sevgi ile buğz da bir araya gelemez. Dünyadan nefret etmekle meşgul olan, sevgisiyle meşgul olan gibi, Allah'tan gafildir. Ancak sevgisiyle meşgul olan gafildir ve gafleti içerisinde uzaklaşma yolunda yürümektedir. Nefretle meşgul olan ise gafildir. Fakat gafleti içerisinde Allah'a yakınlaşma yolunu tâkip etmektedir; zira bu kimse için sonunda bu gafletin kalkması, yerini şuhûda bırakması umulur. Bu bakımdan bu şahıs için kemal derecesi beklenilir. Çünkü dünyanın nefreti, Allah'a götüren bir binektir.

O halde seven ile buğzeden, iki yoldan hacca giden iki yolcu gibidir. Bu yolcuların ikisi de deveye binmek devenin yemiyle, deveyi yürütmek ile meşguldürler. Fakat biri, Kâbe'ye yönelip de Kâbe'nin tam ters istikametinde gidiyor. Bu iki gafil, bu hale nisbeten eşittirler. Her ikisi de Kâbe'den perdeli olmak ve onu unutmak durumunda eşittirler. Fakat Kâbe'ye yönelip gidenin hali, sırtını çevirip gidenin haline nisbeten daha övülür bir haldir. Zira bu kimsenin Kâbe'ye varması umulur. Fakat Kâbe'nin içinde itikâfta bulunan bir kim-senin haline nisbeten övülmez. Bu bakımdan dünyadan nefret etmenin, esasında hedef ve maksut olduğunu sanman uygun değildir. Dünya, insanı Allah'tan alıkoyar. Allah'a varmak ancak engeli geçmekle olur.

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Dünya hakkında zâhidlik edip sadece zâhidlik vasfıyla iktifa eden, onunla meşgul olan bir kimse gibi acele istirahat istemektedir. Oysa ahireti temin etmekle meşgul olması gerekir'. Bu bakımdan ahiret yolunun sülûku zâhidlik vasfının ötesindedir. Nitekim hac yolunun sülûkunun, hacca mâni olan alacaklının hakkını vermenin ötesinde olduğu gibi...

Madem ki durum budur, dünyada zâhidlik, eğer dün-yanın varlık ve yokluğundaki rağbeti hedef ediniyorsa kemâlin zirvesidir. Eğer onunla dünyanın yokluğundaki rağbet kastediliyorsa, bu takdirde, razı, kanî ve haris'in derecelerine göre kemâl sayılır. Müstağni'nin derecesine göre eksikliktir. Mal hakkındaki kemâl derecesi, mal ile suyun senin nezdinde eşit olmasıdır. Denizin kenarında olan suyun ne bolluğunun ne de azlığının zarurî miktar hariç sana sıkıntı vermediği gibi, sıkıntı vermemesidir. Bununla beraber mal, insanın muhtaç olduğu bir şeydir.

Nitekim suya da ihtiyacı vardır! Oysa kalbin bol sudan kaçmak veya bol suya buğzetmekle meşgul olmaz. Aksine 'İhtiyaç kadar ondan içer ve ihtiyaç kadar ondan Allah'ın kullarına içiririm. Hiç kimseyi ondan cimrilik yaparak mahrum etmem!' dersin. İşte mal da senin için aynen bunun gibi olmalıdır. Zira ekmek ile su, ihtiyaç husu

kuvvetli kimse zayıfların derecesine indiğini göstermek için maldan kaçtığını belirtmiş olur ki zayıflar da malı terketmek hususunda kendisine uysunlar; zira eğer zayıflar mal edinmekte ona uyarlarsa helâk olurlar! Nitekim afsunlu bir kimse, çocuklarının yanında yılandan korkuyormuş gibi yapar. Oysa bu kaçışı, yılanı tutmaktan korktuğu için değildir.

Fakat çocukların yanında yılanı tutarsa, çocukların da ona bakarak yılanı gördüklerinde tutmaya çalışarak helâk olacaklarını bildiği için böyle davranır Zayıfların adımlarına adımlarını uydurmak, peygamberler, velîler ve âlimler için zarurîdir. Bu bakımdan mertebelerin altı olduğu ve o mertebe-lerin en yücesinin de müstağnî'nin, sonra zâhid'in, sonra râzî, sonra kanî, sonra haris ve sonra muztarr'ın mertebesi olduğu anlaşıldı.
Muztarr hakkında zühd, rıza ve kanaat tasavvur edilebilir. Onun derecesi, hallerin değişmesi nisbetinde değişir. Fakir ismi bu beş mertebeye ıtlak olunur.

Müstağnî'ye fakir demeye gelince, bu mânâyla fakir denmez. Eğer fakir denirse başka bir mânâ ile denir. O mânâ da kendisinin bütün işlerde, hassaten mal hususunda Allah'a muhtaç olduğunu bilmesidir. Bu bakımdan müstağnî 'ye fakir ismini vermek, tıpkı nefsini kul olarak bilen ve kulluğunu ikrar eden bir kimseye 'el-Abd' ismini vermek gibidir; zira böyle bir kimseye 'el-Abd' ismini vermek, gafillere vermekten daha evlâdır. Her ne kadar 'el-Abd' ismi, bütün halka ıtlak olunan umumî bir isim ise de durum yine de böyledir.

İşte bunun gibi fakir ismi de umumî bir isimdir. Kim nefsini Allah'a muhtaç kabul ederse, ona fakir ismini vermek, başkasına vermekten daha haklı olur. Bu bakımdan fakir ismi bu iki mânâ arasında müşterek bir isimdir.

Bu iştirâk ve ortaklığı bildiğin zaman, Hz. Peygamber'in (s.a) 'Fakirlikten sana sığınıyorum',2 'Fakirlik neredeyse küfür olacaktı!'3 hadîsleriyle 'Beni miskin (fakir) olarak yaşat! Beni miskin olarak öldür'4 hadîs-i şerîfi arasında çelişki olmadığını anlarsın. Zira Hz. Peygamber, yukarıdaki hadîs-i şeriflerde, muztarr ve muhtacın fakirliğinden
Allah'a sığınmış, Allah'a karşı meskenet (fakirlik) ve zilleti ikrar etmek ve Allah'a muhtaç olmaktan ibaret olan fakirliği de duasında Allah'tan talep etmiştir. Allah'ın salât ve selâmı hem onun, hem de yerin ve göğün ehlinden seçilmiş kulların üzerine olsun!

2) Taberânî
3) Beyhâkî ve İbn Adîy
4) Abd b. Humeyd, İbn Mâce, (Ebû Said'den)