Tevbe'nin Deva Olması ve Günahta Israr Düğümünün Çözülmesi

İnsanlar iki kısımdır:

Birincisi: Hevasına uymayıp, kötülüklerden kaçan ve iyiliklere devam eden gençtir. O genç hayırlar üzerinde ve şerden korunma atmosferinde büyümüştür. Bu genç hakkında Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Gençliğin taşkınlığına kapılmadan kendini ibadete verip isyan etmeyen gence, Allah Teâlâ hayranlık duyar.77
Böyle genç pek ender bulunur.

İkinci kısım: Günah işlemekten uzak değildir. Sonra bunlar da günahlarda ısrar edenler ile günahlardan tevbe edenler diye iki kısma ayrılırlar. Bizim buradaki gayemiz ısrar düğümünü çözmekteki tedavi formülünü ve buradaki devayı zikretmek ve belirtmektir.

Tevbe'nin şifası, ancak ilacı ile hasıl olur. Hastalığı teşhis etmeyen ilacı tayin edemez; zira ilacı bilmek, hastalık sebeplerini ve zıdlarmı bilmektir. Bu bakımdan bir sebepten meydana gelen hastalığın devası; o sebebi çözmek, kaldırmaktır. Birşey ancak zıddıyla iptal edilir. Israrın sebebi gaflet ve şehvettir. Gaflete ancak ilim zıd düşer. Şehvete de şehveti tahrik eden sebeplerin kesilmesine sabır göstermek zıd düşer. Gaflet, günahların başıdır.

Onlar, Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte bunlar gafil olanlardır. Elbette onlar âhirette hüsrana uğrayacaklardır.(Nahl/106-109)

Bu bakımdan tevbe'nin devası, ancak ilmin tadından ve sabrın da acılığından yoğurulmuş bir macundur. Nasıl ki Sekencebin denilen madde şekerin tatlılığı ile sirkenin ekşiliğinden meydana geliyorsa ve bu maddelerin karışımı ile tedavi yapıldığında herbirinden başka bir maksat beklenir.

Çünkü safrayı tahrik eden sebepleri yok eder. işte aynen bunun gibi, kalpte bulunan 'ısrar hastalığının' ilâcını anlamak gerekir. Madem ki durum budur, o halde bu ilacın iki aslî maddesi vardır. Onların biri ilim, diğeri sabırdır. Elbette bunların ikisinin beyanı da lâzımdır.

Soru: Her ilim ısrar düğümünü çözmeye elverişli midir yoksa özel bir ilim mi lâzımdır?

Cevap: İlimlerin tümü, kalplerin hastalıklarına devadırlar. Fakat her hastalığın özel bir ilmi vardır. Tıp ilminin özel olarak, hastalıkların tedavisine mahsus olması gibi. Her illetin özel bir ilmi vardır. Günahta ısrar etmenin devası (veya hastalığı) da böyledir. Bu bakımdan biz, beden hastalıklarının durumuna göre o ilmin özelliğini zikredelim ki anlayışa daha yakın olsun. Hasta bir kimse, birkaç şeyi tasdik etmey muhtaçtır.

Birincisi, hastalığın ve sıhhatin birtakım sebeplerinin olduğunu kendi ihtiyarıyla o sebeplere müsebibleri tarafından tertiplendiği üzere vâsıl olunduğunu, tasdik edip doğrulamaktır. Bu inanç tıbbın aslına olan inançtır; zira tıbba inanmayan bir kimse, ilâçla meşgul olmaz. Böyle bir kimseye helâk gerekli olur. Bizim tedkik ettiğimiz hususta bunun karşılığı şeriatın esasına iman etmektir.

Şöyle ki: Ahiretteki saadetin bir sebebi vardır. O da ibadet ve itaattir. Şekavetin de bir sebebi vardır. O da günah ve isyandır. İşte bu, şeriatların aslına iman etmenin ta kendisidir. Böyle bir imanın, ya tahkik veya taklid yönünden hâsıl olması lâzımdır. Bu iki çeşit de imanın cümlesindendir. (Bu hüküm, ehl-i sünnet mezhebine ve taklidî imanın sahih olduğuna bînaendir).

İkincisi, hasta olan kimsenin belli bir doktor hakkında tip ilmini bildiğine, o ilimde mahir olduğuna, hile yapmadığına kesinlikle inanmasıdır; zira hastanın bu tür bir inancı olmadıktan sonra, sadece tıbbın aslının varlığına inanması, kendisi için fayda vermez. İncelediğimiz konuda bunun karşılığı Hz. Peygamberin bütün söylediklerinin hak ve doğru olduğuna, içinde yalan olmadığına iman etmektir.

Üçüncüsü, elbette hastanın, doktorun kendisine sakıncalı gösterdiği meyveler ve çoğu zaman zarar verici sebepler hususunda doktora kulak vermesi lâzımdır ki korunmayı terketmesi hususunda korku kendisine galip gelsin ve dolayısıyla korkunun şiddeti kendisini korumaya ve perhiz yapmaya şevketsin. Dinde bunun karşılığı, takvaya teşvik eden, günah işlemeyi ve hevaya tâbi olmayı sakıncalı gösteren ayetlere ve hadîslere kulak vermektir.

Bunlardan kulağına geleni, şeksiz ve şüphesiz doğrulamaktır ki tedavide son temel olan ve sabretmeye sebep olan bir korku meydana gelsin.

Dördüncüsü, hastalığına mahsus hususlarda ve bizzat perhiz edeceği hususta kendisine lâzım olan şeylerde doktora kulak vermesidir ki doktor ona önce fiillerinden ve hallerinden, yiyeceğinden ve içeceğinden kendisine zarar vereni tafsilatlı bir şekilde tanıtsın.

Bu bakımdan her hastaya herşeyden perhiz etmek gerekmez ve her ilâcı almak fayda vermez. Aksine her özel illetin özel bir ilmi, özel bir ilâcı vardır. Dinde bunun misali, her kul, her şehvetle mübtelâ olmaz. Her günahı işlemez. Aksine her mü'minin özel bir günahı veya özel olan günahları vardır. Onun hâlihazırda onların günah olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onların âfet ve zararlarının miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onlara sabretmenin nasıl olacağını, daha sonra da onlardan daha önce işlediklerini nasıl telafi edeceğini bilmeye ihtiyacı vardır. İşte bunlar birtakım ilimlerdir. Din tabibleri ancak bu ilimleri bilir ve bu ilimler onların ihtisas sahasıdır. Onlar peygamberlerin vârisleri olan âlimlerdir. Bu bakımdan âsi bir kimse, eğer günahını bilirse ona, doktordan ilâç talep etmek gerektir. Doktor da âlimdir. Eğer yapmış olduğunun günah olduğunu bilmezse, âlimin onu ikaz etmesi lâzımdır.

Her âlim bir iklimi veya bir beldeyi veya bir mahalleyi veya bir mescidi (bir meşhedi)78 gözetmelidir. Buraların ehline dinlerini öğretmelidir. Onlara zarar vereni, fayda verenden ayırmalıdır. Saadeti gerektirenden şekaveti gerektireni ayırmalıdır. Onlar kendisinden gelip soruncaya kadar ses çıkarmaması uygun değildir. Aksine halkı, dinlerini sormak için davet etmesi gerekir. Çünkü âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler halkı cehaletleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Aksine halkın toplantı yerlerine gidip Allah'a çağırmışlardır. Başlangıçta halkın kapılarınım gezmiş, onları teker teker aramış, irşad etmişlerdir; zira kalpleri hasta olanlar hastalıklarını bilmezler. Yanında ayna olmayanın yüzündeki alacalığı bilmediği gibi... Bu vazifeyi yapmak bütün âlimler için farz-ı ayn'dır.

Bütün sultanlara (idarecilere) her köşe, her mahalleye dindar" bir fakîhi tayin etmek, o fakîhin halka dinlerini öğretmesini temin etmek gerekir; zira insanlar cahil olarak doğarlar. Mutlaka dinin aslında, ferinde onlara daveti tebliğ etmek gerekir. Dünya hastalar evidir; zira yeryüzünün karnında ölüler, sırtında da hastalar vardır. Kalp hastaları beden hastalarından daha fazladırlar. Alimler doktorlardır. Saltanat sahipleri de hastahaneleri yapıp düzenleyenlerdir. Bu bakımdan âlimlerin tedavisini kabul etmeyen bir hasta, sultana, şerrinden emin olunmak için teslim edilir. Tıpkı doktorun perhiz yapmayan bir hastayı veya deli olan bir hastayı zincirlerle bağlamak ve kelepçe vurmak için hastabakıcılarına teslim edip onun şerrini hem kendisinden, hem de diğer insanlardan menettiği gibi... Kalp hastalarının beden hastalarından daha fazla olmaları üç illetten ileri gelir:

Birincisi; hasta kimse, hasta olduğunu bilmez.

İkincisi; onun neticesi bu âlemde (gözle) görülmez. Fakat beden hastalığı böyle değildir. Onun sonucu gözle görülen bir ölümdür. Tabiat bu ölümden ürker. Ölümden sonraki durum güzel görülmemektedir. Günahların sonu kalbin ölümüdür! Bu ise, bu âlemde görülmez.

Bunun için günah işleyen bildiği halde yine de günahlardan ürkmez. Bu sırra binaen günahkârın kalp hastalığında Allah'ın faziletine yaslandığını, bedenin hastalığını te
davi etmekte, hiçbir şeye yaslanmadan var kuvvetiyle gayret sar-fettiğini görürsün.

Üçüncüsü ki müzmin bir hastalıktır doktorun olmamasıdır; zira doktorlar âlimlerdir.

Şu asırda âlimler şiddetli bir hastalığa tutulmuşlardır! Kendi hastalıklarını tedavi etmekten aciz kalmışlardır. Hastalığın umumî olması onlar için bir teselli olmuştur.

Böylece eksikleri ortaya çıkmaz. Bundan dolayı onlar halkı dalâlete götürmeye vc halkın hastalığını artıran şeyleri halka işaret etmeye mecbur oldular; zira helâk edici hastalık, dünya sevgisidir. Oysa bu hastalık doktorlara (âlimlere) galip gelmiştir! Onlar artık halkı bundan sakındırmaya güç yetirememektedirler. Kendilerine 'Size ne oluyor ki ilâcı (ve tedaviyi) emrediyor, nefislerinizi unutuyorsunuz' denmesinden çekinerek bunu yapmamaktadırlar! Bu sebepten ötürü hastalık halk arasında umumîleşti, veba büyüdü, tedavinin sonu kesildi. Doktorların (âlimlerin) olmamasından dolayı halk helâk oldu. Aksine (âlimler) doktorlar idlal etmenin (saptırmanın) ilimlerini elde etmekle meşguldürler. Keşke onlar, konuşmayıp susmuş olsaydılar. Çünkü onlar konuştukları zaman, ancak halk tabakasını tergib eden ve halkın kalbini kendilerine celbeden noktalarla ilgilenirler. Onlar bu hedefe ancak ümit vermek, ümidin sebeplerini korku sebeplerinden daha galip göstermek, rahmetin delillerini zikretmekle varabilirler. Zira bunları zikretmek kulaklara daha hoş ve tabiatlara daha hafif gelir.

Böylece halk, vaaz meclislerinden, günaha cüretkârlık yapmayı. Allah'ın faziletine fazlasıyla güvenmeyi öğrenerek dağılırlar. Ne zaman doktor cahil veya hain olursa, tedavi ile helâk eder. Çünkü ilâcı yerinde kullanmaz. Bu bakımdan ümit ve korku iki ilâçtırlar.

Fakat bu iki ilâç, illetleri zıd olan iki şahıs içindirler. Korkudan ötürü, dünyayı tamamen terkeden, nefsine gücü yetmeyeceği şeyleri yükleyen ve nefsini tamamen daraltacak derecede korku kendisine galip gelen bir kimseye ümit vermek gerekir. Çünkü o korku ancak bununla kırılır, itidale dönebilir.

Böylece günahlarda ısrar edip tevbe etmek isteyen fakat ümitsizliğe ve daha önce yapmış olduğu günahlarını büyük saymaktan dolayı ye'se kapılıp tevbeden uzak duran bir kimse de ümitle tedavi edilir ki tevbe'ııin kabulü hususunda ümitvar olup tevbe etsin!
Ümidin sebeplerini zikretmeden önce, günahlara alabildiğine dalan ahmaklığın tedavisine gelince, bu tedavi şifayı talep etmek gayesiyle fazlasıyla bal alıp tansiyonu yükselen bir kimsenin durumuna benzer. Bu, cahil ve ahmakların âdetidir, Madem ki durum budur, o halde doktorların fesadı (hastalığı) asla tedavi kabul etmeyen müzmin ve öldürücü bir hastalıktır.

Soru: Vaizin halkla beraber vaazda tâkib edeceği yolun ne olduğunu zikreder misiniz?

Cevap: Bu, oldukça uzar. Bunu saymak mümkün değildir. Evet! Israrın düğümünü çözmekte ve halkı günahları terketmeye teşvik etmekte fayda veren şeylere işaret edelim. Bunlar dört şeydir:

1) Günahkârları korkutan Kur'ân ayetlerini, hadîslerde ve eserlerde vârid olup inzâr edici rivayetleri zikretmektir.

Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktur ki iki melek, dört sesle, bir birlerine cevap vermesin. Onlardan biri der ki: 'Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratılmasaydı!' Diğeri 'Ah ne olurdu,
keşke bu halk yaratıldıkları zaman niçin yaratıldıklarını bilmiş olsaydılar'. Başkası der ki: 'Ah, ne olurdu, keşke onlar ne için yaratıldıklarını bilmediklerinde bâri bildikleriyle
amel etmişlerdir.

Hadîs bazı rivayetlerde şöyledir: 'Keşke onlar bir arada otur-saydılar. Bildiklerini müzakere etseydiler Diğeri der ki: 'Ah, ne olurdu, keşke onlar bildikleriyle amel etmedikleri için bari amel ettiklerinden tevbe etseydiler'.79

Seleften biri şöyle der: "Kul günah işlediği zaman, sağ tarafındaki meleği, sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona şöyle emreder: 'Altı saat o günahı yazma!' Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa o günah defterine yazılmaz. Eğer istiğfar etmezse, altı saatten sonra, o günahı yazar".

Yine seleften bir zat şöyle demiştir: Kul günah işlediği zaman üzerinde bulunduğu yer kendisini yutmak hususunda izin ister! Üstünde bulunan semâ parçalanıp üzerine düşmek hususunda izin ister! Allah Teâlâ yer ve göğe der ki: 'Benim kulumdan uzak durunuz! Ona mühlet veriniz! Zira onu siz yaratmış değilsiniz. Eğer siz onu yaratmış olsaydınız muhakkak ona şefkat gösterirdiniz. Kulumun bana dönüş yapması umulur, o zaman ben de onu bağışlarım. Umulur ki kulum, yaptığı günahın yerine sâlih bir amel işler, ben de o kötülüğü iyiliklere tebdil ederim'.

Andolsun ki zeval bulurlarsa onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O halîmdir azap için acele etmez! Çok bağışlayıcıdır.(Fâtır/41)

Mühür, arşın ayaklarından birine (veya ayağına) asılıdır. Allah'ın yasakları, ihlâl edildiği, haramları helâl sayıldığı zaman, Allah o mührü gönderir, kalplerin içindeki şeylerle beraber kalpleri onunla mühürler.80

Kalp, açık bir el gibidir. Ne zaman kul bir günah işlerse bir parmak kapanır. Bütün parmaklar kapanmcaya kadar kalbin açıklığı devam eder, Bütün parmaklar kapandığında kalp kapanır. İşte mühür bunun ta kendisidir.81

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Kul ile Allah arasında günahlardan malûm bir hudûd vardır. Kül o hududa vardığı zaman, Allah onun kalbini mühürler. Ondan sonra da onu hayra muvaffak etmez'.

Tevbe edenlerin övülmesi ve günahkârların kötülenmesi hususunda sayılmayacak kadar hadîs ve eser vârid olmuştur. Bu bakımdan vâiz bir kimse, eğer Hz. Peygamberin vârisi ise, bu haber ve eserlerden çokça zikretmesi uygundur. Zira Hz. Peygamber, miras olarak altın ve gümüş bırakmamıştır. Ancak geride ilim ve hikmet bırakmıştır. Her âlim, isabet ettiği kadar, o terekeden nasibini almıştır.

2) Peygamberlerin ve selef-i salihînin hikâyelerinin ve günahlarından82 dolayı başından geçen maceraların halkın kalbine şiddetli tesir edip fayda verecekleri güneşten daha barizdir. Adem'in (a.s) isyanmdaki durumları ve cennetten atılması gibi... Hatta rivayet ediliyor ki Adem (a.s) yasak ağaçtan yediği zaman, onun bedeninden cennet zînetleri uçtular. Avret yerleri göründü. Bu bakımdan başındaki mücevherlerle süslenmiş taç ve cevherler utanarak başından uçmadılar. Cebrâil (a.s) yanına gelerek başından tacı aldı. Mikâil de alnından cevherleri çözdü. Arşın üstünden ona şöyle seslenildi: 'Benim komşuluğumdan inin! Zira bana isyan eden bana komşuluk yapamaz'

Râvî der ki: Adem (a.s) ağlayarak Havva'ya baktı ve şöyle dedi: 'İşte günahın ilk uğursuzluğu bizi Allah'ın komşuluğundan çıkarmasıdır!'

Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman83 (a.s) evindeki kadınlardan birinin isteği üzerine yaptırdığı babasının resmine, bu kadın kırk gün gizli olarak ibadet ettiği ve Hz. Süleyman buna sebebiyet verdiği için azarlanmıştır.

Diğer bir rivayette; Cerad isminde sevdiği bir kadın, bir davanın kendi akrabaları lehine karara bağlanmasını istedi. Hz. Süleyman söz verdi, fakat öyle hüküm vermedi. Diğer bir rivayette de 'Bu kadının babasının lehine hüküm vermeyi içinden geçirmişti' şeklindedir. İşte bu sebepten ötürü cezaya uğradı, kırk gün saltanattan uzaklaştırıldı. El açar dilenirdi,fakat kimse kendisine birşey vermezdi.Ben Süleymanım, beni doyurun' dediği zaman kendisini dövüp kovarlardı. Yine birgün, bir hanımının evinden yemek istedi. Hanımı onu kovdu ve onun yüzüne tükürdü. Bir rivayette de ihtiyar bir kadın sidik dolu bir testiyi çıkanıp onun başına döktü. Bu durumlar devam etti. Sonunda Allah Teâlâ, Süleyman'ın mühürünü balığın karnından çıkardı. Cezanın kırk günü bittikten sonra mührü parmağına geçirdi.84 Yüzüğü parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılar. Cinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılar. Kendisine karşı suç işleyenlerden bazıları kendisinden özür dilediler. O da 'Daha önce yaptığınızdan dolayı sizi kınamam. Şimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmem. Bu bir emirdir. Gökten geldi muhakkak olacaktır!' dedi.

İsrâiliyat'ta şöyle rivayet ediliyor: Adamın biri başka bir beldeden bir kadınla evlendi ve onu getirmesi için kölesini gönderdi. Kadın yolda köleye zina teklifinde bulundu ve ısrar etti. Köle ise kadınla mücadele edip korundu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, o köleyi, takvasının bereketinden ötürü İsrâiloğulları'na peygamber yaptı.

Hz. Musa Hızır'a 'Allah seni gayb ilmine ne ile muttali kıldı?' diye sordu. Hızır da 'Allah için günahları terketmekle...' karşılığını verdi.

Rivayet ediliyor ki birgün rüzgâr, Hz. Süleyman'ı gitmek istediği yere götürüyordu. Bu sırada Hz. Süleyman (a.s) yeni gömleğine bakıp onu beğenir gibi oldu. Bunun üzerine rüzgâr derhal Hz. Süleyman'ı yere bıraktı! Hz. Süleyman 'Niçin böyle yaptın? Ben sana beni bırakmanı emretmedim ki' deyince rüzgâr 'Biz ancak Allah'a itaat ettiğin sürece sana itaat ederiz!' karşılığını verdi.

Rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ, Hz. Yakub'a (a.s) vahiy göndererek 'Seni evladın Yusuf tan niçin ayırdığımı biliyor musun?' diye sordu. Hz. Yakub 'Hayır, bilmiyorum!' dedi. Allah Teâlâ "Senin, Yusuf un kardeşlerine 'Sizin gafil olduğunuz bir sırada kurdun gelip onu yemesinden korkuyorum' deyişinden dolayı aranıza bu ayrılığı soktum. Kurdun gelip onu yemesinden korktun da benden ümidini kestin. Neden kardeşlerinin gafletine bakıp da
benim onu koruyamayacağımı düşündün? Peki Yusuf u sana niçin tekrar bahşettin: biliyor musun?" buyurdu. Yakub 'Hayır!' deyince Allah Teâlâ şöyle buyurdu; Çünkü sen rica ettin ve şunları söyledin:
Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir! (Yusuf/83)

Ey oğullarım!* Gidin de Yusuf ve kardeşinden, iyice araştırarak (haber getirin)! Allah'ın lûtfundan ümidinizi kesmeyin!(Yusuf/87)

Allah Teâlâ, Yusufun (a,s) Mısır melikinin adamına (hapishane arkadaşına) söylediği "Beni efendinin (kralın) yanında an (suçsuzluğumu ona hatırlat!)" sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur:Şeytan Yusuf a Rabb'inin zikrini unutturdu da bundan dolayı zindanda birkaç sene durdu.(Yusuf/42)

Bu gibi hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Kur'ân ve hadîsler bu hikâyeleri laf olsun diye zikretmemiştir. Bilakis bu hikâyelerden gaye insanların ibret almaları ve hakikatleri görmeleridir ki peygamberlerin küçük günahlarının (zellelerinin) bile bağışlanmadığını bilsinler! Bu durumda peygamber olmayanların büyük günahlarından nasıl vazgeçilir? Evet peygamberlerin saadeti, işledikleri küçük günahlara karşılığını bu dünyada görmelerinde ve cezaların ahirette tehir edilmemesindedir. Şakî kimselere gelince, Allah Teâlâ günahları daha da artsın diye, bunlara mühlet vermekte; ahiret azabı daha şiddetli ve daha büyük olduğundan onların azaplarını tehir etmektedir. Buna benzer sözlerin, hikâyelerin günahta ısrar edenlerin kulağına çokça gelmesi gereklidir; zira Allah'ın izniyle bunlar, insanları tevbeye teşvik ettiğinden çok faydalıdır.

3) İnsanların zihinlerinde günahlarının cezasının bu dünyada derhal verileceği fikrinin ve 'Kulun başına gelen musibetler suçları yüzündendir' kanaatinin yerleşmesidir. Nice kul vardır ki âhirette verilecek cezalara pek aldırmaz; cehaletinin çokluğundan dolayı Allah'ın bu dünyada vereceği cezalardan daha fazla korkar. Bu bakımdan böyle bir kulun bu şekilde korkutulması daha uygundur.

Davud ve Süleyman (a.s) kıssasında olduğu gibi, çoğu zaman günahların cezası bu dünyada hemen verilir. Hatta günahlarından ötürü bazen kulun rızkı bile daralır. Halk arasındaki mertebesi düşer. Düşmanları kendisine galip gelir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul (bazen), işlediği günahtan dolayı rızıktan mahrum olur.85

İbn Mes'ud da 'Zannediyorum kul, işlediği günahtan dolayı ilmi unutur!' demiştir. İbn Mes'ud'un bu sözü, şu hadîs-i şerifin mânâsındadır:
"Bir günah işleyen kimseden, bir daha geri dönmemek üzere
bir akıl (ilim) ayrılır.86

Seleften bir zat şöyle buyurmuştur: 'Lânet yüzde görülen bir siyahlık ve malda görülen bir eksiklik değildir. Lânet ancak bir günahtan çıkmadan, benzeri veya daha şerli bir günaha girmektir!'

Selefin bu sözleri çok doğrudur. Çünkü lânet, (ilahî rahmetten) kovulmak ve
uzaklaştırılmaktır. Bu bakımdan hayra muvaffak olamayan ve kolayca kötülük yapabilen kimse ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış demektir. Tevfîk rızkından mahrum olmak, mahrumiyetin en büyüğüdür. Her günah insanı başka bir günaha davet eder ve böylece günahlar katmerleşir. Bu bakımdan kul işlediği günahtan dolayı günahları hor gören, âlimlerin ve salihlerin mecli sinden ibaret olan faydalı rızkından da mahrum olur. Hatta sâlih kimselerin de buğzetmeleri için Allah Teâlâ böyle kimselere buğzeder.

Ariflerden biri çamurlu bir yolda, elbiselerini toplayıp ayağının kaymasından sakınarak yürüyordu. Bu durum, ayağı kayıp düşünceye kadar devam etti. Düştükten sonra artık korunmaya gerek görmeksizin gelişi güzel yürümeye başladı. Bir yandan da ağlayarak şöyle diyordu: 'Benim bu düşüşüm, kulun hâline benzer. Şöyle ki: Kul, durmadan günahlardan sakınır ve uzaklaşır. Ancak bir veya iki günah işleyince, artık alabildiğine günahlara dalar'.

Bu söz, günahın cezasının, insanı başka bir günaha çekmek suretiyle daha bu dünyada iken verildiğine işarettir. Bu sırra binaendir ki Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Senin zamanın bozulduğundan ve arkadaşlarının katılaşmasından duyduğun sıkıntılar, sana günahların tarafından miras bırakılmıştır'.

Bir zât şöyle buyurmuştur: 'Ben merkebimin huysuzluğunda bile günahımın cezasını görürüm'.

Bir başkası da şöyle demiştir: 'Ben günahımın cezasını evimin farelerinde bile görürüm'.

Şam sûfîlerinden biri şöyle anlatıyor: "Birgün güzel yüzlü bir hristiyan çocuğu gördüm. Durup ona hayranlıkla bakmaya başladım. O sırada Dimeşkli İbn Celâ yanıma gelerek elimden
tuttu. Bunun üzerine utanarak 'Ey Ebû Abdullah! Sübhanallah! Ben bu güzel yüze, bu ince sanata hayran oldum. Bunun ateş için yaratılmış oluşuna şaşıyorum' dedim. Bu sözlerim üzerine İbn Celâ elimi sıktı ve 'Bunun cezasını bir zaman sonra muhakkak göreceksin!' dedi. Gerçekten de otuz sene sonra bunun cezasınaçarpıldım!"

Ebû Süleyman ed-Dârânî 'İhtilâm olmak bir cezadır' buyurmuştur. Bir keresinde de 'İnsan, cemaat namazını, ancak işlemiş olduğu bir günahtan dolayı kaçırır' demiştir.
Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Zamanınızdan inkâr ettiğiniz (hoşunuza gitmeyen) şeyler, muhakkak ifsâd ettiğiniz (bozduğunuz) amellerinizden ötürü meydana gelmiştir.87

Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
Şehvetini benim taatime tercih eden kuluma vereceğim cezaların en küçüğü, onu münacaatımm lezzetinden mahrum etmekliğimdir!88

Ebû Amr b. Ulvan, uzun bir kıssada şöyle anlatır:
"Bir gün ayakta namaz kılıyordum. Aniden kalbimde bir arzu uyandı. Bunu uzun uzadıya düşünürken sonunda şehvetim kabardı. Bundan dolayı yere düştüm: Bütün bedenim simsiyah kesildi. Bu olay üzerine üç gün dışarı çıkmadım. Bu arada giderebilmek için sabunla yıkandığım halde siyahlık gittikçe artıyordu. Bu durum üç günden sonra kayboldu. O sırada Rikka'da (Irak'ta bir yerdir) oturuyordum. Birgün, beni yanına çağıran Cüneyd-i Bağdadî'ye gittim. Oraya vardığım zaman Cüneyd bana 'Allah'tan korkmadm mı? O'nun huzurunda dimdik durduğun halde nefsine bir şehvet koydun. Öyle ki bu şehvet seni istilâ edip Allah'ın huzurundan çıkardı. Eğer ben senin için Allah'a yalvarmasaydım, sana vekâleten tevbe etmeseydim sen Allah'a o siyahlıkla kavuşacaktın!' dedi. Ben Rikka'da, Cüneyd de Bağdad'da olduğumuz halde benim bu durumumu nasıl bildiğine hayret ettim. (Ona bu durumu bildiren Allah'dır)".

Biliniz ki kul, herhangi bir günah işlediğinde kalbinin yüzü siyahlaşır. Eğer günah işleyen, said bir kimse ise, günahtan sakınsın diye, bu siyahlık bedeninin zahirinde de görünür. Yok eğer şakî ise, günahlara daha fazla dalsın ve ateşe müstehak olsun diye bu siyahlık kendisinden gizlenir. Günahların bu dünyada fakirlik, hastalık ve benzerleri gibi âfetlere yol açtığı hakkında gelen haberler pek çoktur.

Günahın dünyadaki cezalarından biri de kişinin günahı işledikten sonra onun sıfatını kazanmasıdır. Kişi neye mübtelâ olursa, o şey kendisi için ceza olur. Bahtsızlığının (şekâvet) katmerleşmesi için rızkın güzelinden mahrum olur. Eğer kendisine bu durumda bir nimet verilirse bu bir istidrâc (kandırma ve oyalama) olur. Dahası nankörlüğünden dolayı, cezaya çarptırılması için fikrin güzelinden mahrum olur.

İtaatkâr (mutî) kimselere gelince; böylelerinin her nimetin şükrünü edâ edebilmesi başına gelen her belânın günahlarının keffareti olması ve derecelerini yükseltmesi, taatinin mükâfaatı bereketidir.

4) Hased, kibir, gıybet, cana kıyma, hırsızlık, zina ve içki gibi günahların herbiri için gelen cezaları ayrı ayrı anlatmaktır. Bütün bunlar hep birlikte söylenmesi mümkün olmayan şeylerdendir. Ehil olmayan bir kimseye bu şekilde söylemek, ilacı, yara olmayan bir yere sürmek gibi olur. Alim kişinin hâzık bir doktor gibi olması gerekir. Önce nabız yoklamak, tansiyon ölçmek ve hareketlerin yönlerini öğrenmek suretiyle içteki hastalıkları keşfetmeli; ilaçlarıyla sonra uğraşmalıdır. Bu bakımdan âlim önce görünen hallerin karîneleriyle gizli sıfatların neler olduğunu tesbit eder; sonra Hz. Peygambere uyarak vâkıf olduğu şeylerden bahseder.

Nitekim Hz. Peygamber 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana kısa bir tavsiyede bulun' diyen bir kimseye 'Öfkelenme!'89 buyurmuştur.

'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!' diyen bir başkasına da şunları söylemiştir: 'Halkın elindeki servetlerden ümidini kes; onlara göz dikme! Çünkü asıl zenginlik budur. Tamahkârlıktan sakın! Çünkü bu hazır bir fakirliktir. Namazlarını sanki dünyaya vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonunda özür dilemek zorunda kalacağın fiillerden sakın'.90

Muhammed b. Vâsi de 'Bana tavsiye de bulun!' diyen birine 'Dünya ve âhirette padişah olmaya çalış!' dedi. Adamın 'Bunu nasıl becerebilirim? demesi üzerine de 'Dünyada zâhidlik eteğine yapış!' buyurdu.

Hz. Peygamber tavsiye isteyen ilk kişide öfke belirtileri gördüğü için onu öfkeden menetmiştir. İkinci kişide ise halkın elindekilere göz dikme ve uzun emel besleme belirtileri görmüştür. Muhammed b. Vâsi de kendisinden tavsiye isteyen kişide dünyaya harislik alâmetleri görmüştü.

Muaz 'Bana tavsiyede bulun!' diyen bir kişiye 'Sen şefkatli ol ki ben de senin için cennete kefil olayım!' dedi. Muaz bu kişide katılık ve merhametsizlik eserleri sezdiğinden böyle söylemiştir.

Bir kişi İbrahim b. Edhem'e 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Bunun üzerine İbrahim ona şunları söyledi: 'Halktan sakın! Bununla birlikte onların arkadaşlığına yapış; zira bu senin için gereklidir. Halk halktır; ancak bütün halk olgun değildir. Halk gitmiş Nesnas (bir deniz hayvanı veya bir ayaklı insan veya ye'cûc ve me'cûc demektir) kalmıştır; yani azizler gitmiş, reziller kalmıştır. Ben onları halk olarak görmüyorum. Bilakis onlar ümitsizlik denizine dalmışlardır.'

İbrahim, bu kişi için halkın arasına girmeyi (ihtilât) doğru bulmamış ve onun haline galip olan durumu dile getirmiştir; zaten bu kişi çoğu zaman halktan eziyyet görürdü. (Bu kişinin halkla kaynaşmasını, halkın şerrinden korunsun veya halk onun şerrinden korunsun diye menetmiştir.) Soranın haline ve seviyesine göre konuşmak, ona cevap verenin kendi haline ve seviyesine göre konuşmasından daha evlâdır.

Muâviye, Aişe validemize mektup yazarak 'Bana tavsiye ve nasihat içeren bir mektup yaz. Hiç çekinmeden, istediğini yaz!' dedi. Aişe validemiz de bu isteğe binaen ona şöyle yazdı:
Âişe'den Muaviye'ye! Selâm sana! Ben, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim:

Allah Teâlâ halkı kızdırmayı göze almak suretiyle rızasına olan kimseyi halka muhtaç etmez. Kim de halkı razı edebilmek için Allah'ın kızmasını göze alırsa, Allah onu halka havale eder. Vesselâm!

Hz. Âişe'nin bu ince anlayışına dikkat edildiğinde onun, idarecilerin içerisinde kıvranmakta oldukları âfeti nasıl dile getirmiş olduğu anlaşılır. Bu âfet de halkı gözetmek ve onların rızasını talep etmektir!

Aişe validemiz, başka bir keresinde de Muâviye'ye şöyle yazdı:
Allah'tan kork! Muhakkak ki sen kendisinden korktuğunda Allah seni halktan korur. Halktan korktuğunda ise onlar seni Allah'tan gelecek hiçbir şeyden koruyamazlar. Vesselâm!

Madem ki durum budur; o halde her nasihatçi, gayretini gizli sıfatları anlamaya, asıl halleri öğrenmeye sarfetmelidir ki önemsizleri bırakıp önemli olan ile meşgul olsun. Çünkü herkese şeriatın bütün mev'izelerini anlatmak mümkün değildir. Kişinin, karşısındakinin ilgilenmediği ve onun durumuna uygun olmayan bir mevzu hakkında meşgul olması, zamanını zayi etmesinden başka birşey değildir.

Soru: Bir cemiyette konuşan veya halinin iç yüzüne vâkıf olmadığı bir kimseye vaaz etme durumunda kalan vâiz ne yapacaktır?

Cevap: Böyle bir durumda vaizin takip edeceği yol, bütün halkın ya genel olarak veya en fazla ortaklaşa muhtaç oldukları mevzuda vaaz etmesidir; zira şer'î ilimler gıda ve deva diye iki kısma ayrılır. Gıdalar, bütün halk içindir. Devalar ise, sadece hastalık sahipleri içindir. Buna misal olarak şu eseri gösterebiliriz: Adamın biri, Ebû Said el-Hudrî'ye 'Bana tavsiyede bulun!' diye rica etti. Ebû Said de 'Allah'ın takvasına yapış; çünkü bu her hayrın başıdır. Cihaddan ayrılma; çünkü cihad İslâm'ın ruhbanlığıdır. Kur'ân oku; çünkü o senin için, yeryüzü sakinleri arasında bir nur, gökyüzü sakinleri arasında ise zikirdir. Hayır hariç, susmayı tercih et; zira bu şekilde şeytanı mağlup edersin!'dedi.
Bir kişi Hasan Basrî'ye 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Hasan Basrî de 'Allah'ın emrini aziz et ki Allah da seni aziz etsin!' buyurdu.

Lokman Hekîm oğluna şöyle nasihatta bulundu: 'Ey oğul! Dizlerini âlimlerin dizlerine yapıştır. (Âlimlerin dizlerinin dibinden, meclisinden ayrılma!) Onlarla mücadele etme ki sana buğzetmesinler. Dünyadan nasibini unutma! Kazancının fazlasını âhiretin için sarfet. Dünyayı tamamen terketme ki başkasının eline bakmış ve boynuna yük olmuş olmayasm! Oruç tuttuğun zaman namazına zarar verecek şekilde değil şehvetini kıracak şekilde tut! (Zayıf düşmene sebep olacak orucu tutma!) Muhakkak ki namaz, oruçtan daha faziletlidir. Ahmaklarla oturma. İki yüzlülerle arkadaşlık yapma!'

Lokman Hekîm oğluna, şunları da söyledi: 'Ey oğul! Gereksiz yerde gülme! İhtiyatla yürü! Seni ilgilendirmeyen şeyin peşine düşme! Başkasının malını korumak için, kendi malını zayi etme! Muhakkak ki senin asıl malın âhiretin için önden gönderdiğindir. Arkada bıraktıkların ise başkalarının malıdır. Kim merhamet ederse ona merhamet edilir; kisusarsa, o selâmette kalır; kim hayır söylerse ganimet sahibi olur; kim kötü söz söylerse günahkâr
olur; kim de diline hâkim olmazsa pişman olur'.

Bir kişi Ebû Hâzım'a 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Ebû Hâzım91 da 'Ölüm geldiğinde senin için ganimet olacağını bildiğin şeyleri yap. Yine ölüm geldiğinde başına bela olacağını bildiğin şeylerden de kaçın!' buyurdu.

Musa (a.s) Hızır (a.s)'a 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. O da şunları söyledi: 'Güler yüzlü ol! Öfkeli olma! Fayda verici ol; zarar verici olma. Mücadeleden kaçın! İhtiyacın olmadığında yürüme. Hayret verici bir hareket olmaksızın boş yere gülme. Yanılanları, yanılgılarından dolayı ayıplama! Ey İmran'ın oğlu! Hatalarından dolayı ağla!'

Muhammed b. Kerram92 'Bana nasihatta bulun!' diye rica eden birisine şunları söyledi: 'Hiç olmazsa nefsinin rızası için çalıştığın kadar yaradanın rızası için de çalış.

Bir kişi Hâmid el-Leffâf a 'Bana tavsiyede bulun!' dedi. Hamid de 'Dinin için, Kur'an'ın kılıfı gibi bir kılıf yap ki âfetler onu kirletmesin' buyurdu. Adamın 'Dinin kılıfı nedir?' diye sorması üzerine de 'Zarurî miktarı hariç, dünya isteğini; mecburî olanı hariç çokça konuşmayı; gerekli olan hariç, halkla ihtilât etmeyi (insanlar arasına girmeyi) terketmektir' dedi.

Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz'e şöyle yazdı:
Allah seni neyle korkutmuş ise ondan kork! Neden sakındırmış ise ondan da sakın. Elindeki servetten önündeki yolculuk için kendine azık edin. Ölüm anında sana kesin haber gelecektir. Vesselâm!

Ömer b. Abdülaziz, Hasan Basrî'ye bir mektup yazarak kendisine nasihat etmesini istedi. Bunun üzerine Hasan, ona şu mektubu yazdı.
Muhakkak ki önünde çok büyük korkular ve ürkütücü şeyler vardır. Bunları görmen kaçınılmazdır. Sonunda da ya kurtuluşa ereceksin veya helâk olacaksın. Bil ki nefsini hesaba çeken kâr; ondan gafil olansa zarar eder. Neticeleri (akıbetini) düşünen kurtulur, hevasına itaat eden dalâlete düşer; hilm gösteren de ganimet sahibi olur. Korkan kimse emin olur. Emin olan kimse ibret alır; ibret alan kimsenin (basîret) gözü açılır; gözü açılan anlar; anlayansa bilir. Kaydığın zaman dönüş yap. Pişman olduğunda günahtan el çek! Bilmediğin zaman sor! Öfkelendiğinde nefsine hâkim ol!

Mutarrıf b. Abdillah, ömer bin Abdülaziz'e şöyle yazdı:
Muhakkak ki dünya ceza evidir. Dünya için ancak aklı olma-v yankimseler servet edinir. İlmi olmayan dünyaya aldanır. Bu bakımdan ey mü'mirilerin emîn! Sen bu dünyada, yarasını tedavi eden ve hastalığın kötü neticesinden korktuğundan dolayı ilacın acılığına katlanan kimse gibi ol!

Ömer b. Abdülazizİtiraz: Bu durumda her iş imana dönüşmüş (bağlanmış) olmaktadır. Çünkü günahı terketmek, ancak sabretmekle mümkün olur. Sabretmek, korkunun marifetiyle (yardımıyla); korku da ancak ilimle olur. İlim ise ancak günahların zararının büyüklüğünü tasdikle olur. Günahların zararının büyüklüğünü tasdik etmek de Allah Teâlâ'nm ve Hz. Peygamberin tasdiki demektir. Bu ise imandır. Böylece günahta ısrar eden kimse mü'min olmadığından dolayı ısrar etmiş gibi olmaktadır!

Cevap: Günahta ısrar etmek imanın yokluğundan değil, bilakis imanın zayıflığından ileri gelir; zira her mü'min günahın, Allah'tan uzaklaşmaya ve âhirette ceza görmeye sebep olduğunu bilir. Müzminin günaha girmesinin ise birçok sebebi vardır ki bunlardan biri va'dedilen cezanın gaib olup hâzır (gözönünde) olmamasıdır. Nefis ise, hâzırdan etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan nefsin va'dedilenle etkilenmesi, hâzır ile etkilenmesine oranla zayıftır. İkincisi, insanı günahlara teşvik eden şehvetler, zatından dolayı derhal yapılır; çünkü şehvetler şu anda hâzır olup insanın gırtlağına yapışmış; âdet ve ülfiyet (alışkanlık) sebebiyle kuvvet bularak onu istilâ etmiştir. Âdet beşinci bir tabiattır.
Geleceğin korkusuyla hâzırdan (şu anda elde bulunandan) ayrılmak, nefse çok ağır gelir.

Hayır! Hayır! Doğrusu siz peşin'i (çabuk geçen şu dünya zevklerini) seviyorsunuz. da âhireti bırakıyorsunuz!(Kıyâmet/20-21)

Fakat siz şu dünya hayatını (âhirete) tercih ediyorsunuz.(A'lâ/16)

Cennet mekruhlarla (zorluklarla); ateş (cehennem) ise şehvetlerle ve nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiştir.93

Allah Teâlâ cehennemi yarattığında Cebrail'e 'Git cehenneme bak!' buyurdu. Cebrail cehenneme baktıktan sonra İzzetine yemin ederim ki cehennemi işiten hiç kimse buraya girmez!' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, cehennemi şehvetlerle (nefislerin istekleriyle) çepeçevre donattı. Sonra Cebrail'e 'Git! Cehenneme bir daha bak!' emrini verdi. Cehenneme ikinci kez bakan Cebrail İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimse kalmaksızın herkesin buraya girmesinden korkarım' dedi. Allah cenneti yarattı ve Cebrail'e 'Git cennete bak!' emrini verdi. Cebrail oraya baktıktan sonra 'İzzetine yemin ederim ki cenneti işiten herkes buraya girecektir' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, cenneti mekruhlarla (zorluklarla) sardı. Sonra Cebrail'e 'Git, cennete bir kere daha bak!' emrini verdi. Cebrail, bu ikinci bakışından
sonra İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimsenin cennete girmeyeceğinden korkarım' dedi.

Demek ki şehvetin hâzırda ve boğucu olması ile cezanın ertelenmesi ve daha sonra gelecek olması insanoğlunun, iman aslının varlığıyla birlikte, günahlara alabildiğine dalmasının iki açık sebebidir. Bu şuna benzer: Hastalığı sırasında çok susadığından dolayı, kar suyu içen herkes, tip ilminin esasını inkar etmediği gibi bu suyun kendisine zarar vermediğini iddia ediyor da değildir. Fakat şehveti galebe çalmış, sabrın elemi de o anda yakasına yapışmış olduğundan gelecek (sonraki) elem ona kolay görünmektedir.

Üçüncüsü, hiçbir günahkâr mü'min yoktur ki çoğu durumda tevbe etmeye azimli bulunmasın veya günahlarını sevaplarla gidermeye taraftar olmasın. Öte yandan Allah tarafından da günahın tevbe ile telâfi edileceği kendisine va'dedilmiştir. Ancak çoğu zaman, emelin uzunluğu (uzun yaşama arzusu) tabiatlara galip gelir ve kişi durmadan tevbe gerektiren işler yapar; tevbe ümidi olduğundan çoğu zaman imanla beraber günaha yönelir!
Dördüncüsü, yakîn sahibi hiçbir mü'min yoktur ki günahların, affı mümkün olmayan bir cezayı gerektirmediğine inanmasın. Yakîn sahibi mü'min, bir taraftan günah işler, öbür taraftan da Allah'ın fazlına dayanarak af bekler. İşte bunlar, iman aslının devamıyla birlikte günahlarda ısrara yol açan dört sebeptir.

Evet! Günahkâr bazen de imanın esasına zarar veren beşinci bir sebeple günah işler. Bu sebep de kişinin peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmesidir. Bu ise küfrün ta kendisidir. Bu durum tıpkı şu hastanın hâline benzer: Kendisini bir yiyecekten sakındıran doktorun tıbbı bilen bir âlim olmadığına inanıp onu yalanlayan veya hakkında şüpheye düşen hasta, doktorun bu tavsiyesini önemsemez ve buna aldırış etmez. Bu ise, küfrün (inkârın) ta kendisidir!

Soru: Peki bu beş sebebin ilacı nedir?

Cevap ki: Bunların ilacı, düşüncedir. Şöyle ki: Azabın tehirinden ve daha sonra gelecek oluşundan ibaret olan birinci sebepte kişi nefsine 'Her gelen gelecektir. Bekleyen için yarın yakındır. Muhakkak ki ölüm herkese, ayakkabı bağından daha yakındır.

Unutma ki kıyamet yakındır', fikrini yerleştirmelidir. Dahası nefsine şunları da hatırlatmalıdır:

Nefis daima gelecekte olacak dünyevî işlerin korkusuyla yorulmakta; deniz seferlerine çıkıp zahmetler çekmektedir. Hatta kişi hasta olup da bir Hristiyan doktor kendisine 'Soğuk suyun içilmesi zarar vericidir ve seni ölüme sevkedecektir' dese, soğuk su yanında en lezzetli şey olsa bile derhal terkeder. Ölümün elemi ise insanoğlu ölümden korkmadığı takdirde bir an meselesidir. İnsanoğlu elbette birgün dünyadan ayrılacaktır. Acaba sonsuz bahtsızlığa; ezelî ve ebedî yokluğuna oranla dünyadaki varlığı ne kadar zaman tutabilir?

Madem ki durum budur, insanoğlu dikkat etmelidir ki bir zimmî (İslâm devletinin himayesinde bulunan gayr-i müslim) ve doktorluğunu mucizelerle isbat edemeyen bir hristiyanm sözüyle, hoşuna giden en lezzetli şeyi terketme hususunda nasıl acele ediyor? Bunları düşünen kimse kendi kendisine 'Mucizelerle teyid edilmiş peygamberlerin sözlerini; doktorluğu mucize ile isbat edilmemiş olan ve doktorluğunun şahidi ancak halk tabakası olan ve nefsini doktorluk iddiasında bulunan bir hristiyanm sözünden daha aşağı telâkki etmek insan aklına nasıl uygun düşebilir? Ateş (cehennem) azabı, katımda, hastalığın azabından nasıl daha hafif gözükebilir? Oysa ahiretin bir günü, dünya zamanıyla elli bin sene kadardır' der. Bu düşünce sayesinde nefse galip gelinebilir ve ona bu lezzet terkettirilebilir. Kişi bu konuda şöyle düşünmelidir: "Madem birkaç günden ibaret olan bir hayatın lezzetini terketmeye gücüm yetmiyor, peki bunu sonsuza dek nasıl terkedeceğim? Sabrın elemini çekmeye bile güç yetiremiyorum, ateşin elemini ; nasıl çekeceğim? Berraklığın bulanıklıkla karıştığı dünya süslerine sabredemiyorum, o halde âhiret nimetlerinin elden çıkmasına nasıl sabredeceğim?"

Tevbe'nin gecikmesine gelince, bu da cehennem ehlinin çoğunun tevbeyi geciktirdiklerinden dolayı feryat ettiklerini düşünmek suretiyle tedavi edilir. Çünkü tevbeyi geciktiren kimse, işini, kendi elinde ve tasarrufunda olmayan bir temel üzerine bina etmiştir ki bu da baki kalma (yarına çıkma) ümididir. İhtimal ki bu kişi ertesi güne çıkmayacaktır. Çıksa bile yarın belki de günahı terketmeye gücü yetmeyecektir! İnsanın bugün tevbe etmesini engelleyen şey şehvetin galebe çalmasından başka ne olabilir? Şehvet ise yarın da insandan ayrılmaz. Bilakis katmerleşir; zira şehvet âdetten ötürü gittikçe kuvvet kazanır. Âdetten ötürü güçlendirilip geliştirilen şehvet, geliştirilmeyen gibi değildir. Bu sırra binaendir ki tevbeyi tehir edenler helâk olmuşlardır. Çünkü onlar benzerler arasında fark bulunduğunu zannetmişlerdir. Günlerin şehvetleri terketmenin zorluğu bakımından birbirlerine benzediğini unutmuşlardır.

Tevbeyi tehir eden kimse bir ağacı kökünden sökmek zorunda olan ve bunun büyük bir zahmetten sonra sökülebileceğini anlayıp da Ben bu ağacı bir sene daha bırakayım. Ondan sonra gelip sökerim!' diyen kimseye benzer.

Oysa bu kişi ağacın, gittikçe kök saldığını ve kendisininse ihti-yarladıkça zayıfladığını çok iyi bilir. Bu bakımdan dünyada bu kimsenin ahmaklığından daha büyük bir ahmaklık tasavvur olunamaz; zira bu kişi kuvvetli olduğu sırada yenemediği zayıf bir şeyi yenmek için başladı kendisinin zayıf düştüğü, onun da kuvvetleneceği bir zamanı beklemeye..;
Allah'ın affını beklemekten ibaret olan dördüncü mânâya gelince; bunun tedavisi daha önce geçtiği şekildedir. Bu durumdaki insan, bütün malını infak ederek kendi nefsini ve çoluk- çocuğunu fakir bırakıp da Allah Teâlâ'nm, fazlından kendisine bir hazine göndermesini bekleyen kimse gibidir; zira günahın affının mümkün olması, böyle bir hazine}e rastlamanın mümkün olması gibidir. Yine bu gibi kimseler, memleketinde bulunan zâlimler tarafından yağma edileceğini bildiği ve gizlemeye gücü yettiği halde mallarını saklamayıp evinin avlusuna rastgele bırakıp da şöyle diyen kimse gibidir: 'Ben Allah'ın bu yağmacı zâlimlere bir felâket veya gaflet vereceğini umuyorum ki evime gelmeye fırsat bulamasınlar veyahut da evime gelebilseler dahi kapımda ölsünler. Çünkü ölüm de gaflete dalmak gibi mümkündür. Daha önce de buna benzer olaylar olmuştur. Bu bakımdan ben de Allah'ın fazlından bunun benzerini ummaktayım'. Bu söylenilenler olmayacak şeyler değildir; fakat ahmaklık ve cehaletin son derekesidir; zira bu bazen mümkün olur, bazen ise olmaz!

Peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmekten ibaret olan beşinci mânâya gelince, bu küfürdür; tedavisi ve ilacı ise kişinin, kendisine peygamberlerin doğruluğunu gösteren sebeplere başvurmasıdır ki bunları saymak uzun sürer. Fakat böyle bir kimsenin, aklına uygun ve yakın olan bir ilimle bu hastalığını tedavi etmesi mümkündür. Bu bakımdan kendisine denilir ki: 'Mucizelerle takviye edilen peygamberlerin söylediklerinin doğru olması mümkün müdür? Yoksa sen bir şahsın aynı anda iki yerde birden bulunmasının imkansız olduğunu bildiğin gibi buna da mı imkansız diyorsun?'

'Evet ben onu bu şekilde imkansız görüyorum' derse, o insanların en ahmağı ve budalasıdır. Eğer 'Ben bunda şüphe ediyorum' derse, kendisine şöyle deriz: "Meçhul bir şahıs sana 'Evde bıraktığın yemeği yılan yaladı ve içine zehirini bıraktı' dese ve sen de bunun mümkün olacağını bilsen, o yemeği yer misin, yoksa bırakır mısın? Velev ki o yemek, yemeklerin en lezzetlisi olsun". Şüphesiz bu durumda 'Bırakırım' dedikten sonra sözüne şunu ekleyecektir: 'Çünkü eğer o kişi yalan söylemişse, bu yalanla yalnızca o yemeği kaçırmış olurum ve ben bu yemeksizliğe sabredebilirim. Yemeksiz sabretmek zor ise de bu durum geçicidir. Yok eğer doğru ise ve ben de buna rağmen o yemeği yersem, hayatımdan olurum.

Yemeğe sabredip zahmet çekmek ve onu kaçırmak ölüme göre çok hafif olur'.
Bu bakımdan ona denir ki:
- Hayret! Nasıl olur da mucizelerine rağmen bütün peygamber
lerin, bütün evliyanın, ulemânın, hukemânın, hatta bütün akıllılar
zümresinin doğruluğunu bırakırsın?
- Ben akıllılar zümresiyle, halk tabakasının cahillerini değil,
bilakis akıl ve basiret sahiplerini kastediyorum
- Nasıl olur da bütün bunların doğruluğunu, hali meçhul bir kişinin doğruluğu kadar itibara almaz da terkedersin? Üstelik halimeçhul olan kişinin bu sözlerde bir maksadı da olabilir. Öyleyse ancak son günü doğrulayan, sevap ve cezaya inanan kimse akıllılardan sayılabilir. Her ne kadar kadar akıllılar son günün keyfiyetinde, sevap ve ikabmın nasıl olacağında ihtilâf etmişlersede... Onların (hâşâ) yalan söylemiş olmaları durumunda senin
elinden ancak şu bulanık ve fâni dünyanın birtakım şehvetleri çıkar. Bu bakımdan akıllı kimselerde, bu fikirle beraber, artık tereddüt diye birşey kalmaz; zira ebedî bir âleme oranla dünya hayatının hiçbir kıymeti olamaz. Dünya küçücük daneli darılarla dolu olsa ve bir kuş da bir milyon senede bir bu darılardan bir tanesini olsa, bu darıların sonu gelir; fakat ebedî olan hayattan hiçbir şey eksilmez. Durum bundan ibaret olduğuna göre, akıllı bir
kimse meselâ yüz sene şehvetlere nasıl sabretmez? Ebedî bir saadet için buna nasıl katlanmaz?

İşte bu sırra binaendir ki Ebulalâ Ahmed b. Süleyman et-Tenuhî el-Maarrî şöyle demiştir:
Müneccim ile tabip 'Ölüler diriltilip haşre gönderilmeyecekler! dediler.
Sözünüz doğru ise, ben zarar edecek değilim; fakat ya benim sözüm doğru ise?

Yine bu sırra binaendir ki Hz. Ali, işlerin tahkikine (iç yüzüne) aklı ermeyen ve dolayısıyla şüpheye düşen birine şöyle buyurmuştur: 'Eğer senin dediğin doğru ise, hepimiz birden kurtuluruz. Aksi takdirde ben kurtulurum, sense helâk olursun!' Akıllı kimse her işinde, emniyet yolunu seçer ve bu yolda yürür.

Soru: Bunlar tabiî şeylerdir; fakat ancak tefekkür ve tezekkür ile ulaşılabilir. Peki nasıl oluyor da bu fikir kalplerde barınamıyor ve onlara ağır geliyor? Kalpleri ve özellikle de şeriatın (dinin) aslına ve tafsilâtına iman eden kimseleri bu düşünceye yöneltme-nin yolu nedir?

Cevap: İnsanı bu düşünceden iki şey alıkoyar. Bunlardan biri faydalı fikirdir; âhiretin azabını, dehşetlerini, şiddetlerini, âsî kimselerin daimî nimetten mahrum olmanın hasretini çekeceklerini düşünmektir. Bu düşünce fazlasıyla ısırıcı ve kalbi acıtıcıdır. Bundan dolayı kalp bundan ürkmekte; dünya işleri hususunda düşünmekten daha fazla zevk al;naktadır. İkincisi fikir şu andaki dünya lezzetlerine ve şehvetin yerine getirilmesine mâni olan bir meşgaledir. Hiçbir insan yoktur ki hallerinin ve nefeslerinin her birinde, kendisine musallat olup onu kölesi hâline getiren bir şehveti bulunmasın; dolayısıyla aklı şehvetinin emrine girmiş olmasın! Öyleyse o hile düzenlemekle meşguldür. Onun, hilesini gerçekleştirmek için gösterdiği çabadan aldığı lezzet, şehvetini bilfiil tatmin etmekten daha mükemmeldir. Fikir ise, onu bundan meneder,

Bu iki mâninin ilacına gelince, bu ilaç, kişinin kalbine şöyle demesidir: 'Ölüm ve sonrası hakkında seni düşünmekten alıkoyan şey ahmaklığındır. Ölümün elemini hakir ve hafif saymakla birlikte onu hatırlamaktan elem duyarak kaçıyorsun. Bu bakımdan ölümü ve ölümden sonrasını düşünmeye sabredemeyerek elem çekiyorsun!'

İkincisine gelince, bu da düşüncenin, dünya lezzetlerini elden kaçırıcı olmasıdır. Bu ikincisi, ahiret lezzetlerinin kaçırılmasının daha şiddetli ve tehlikesinin de daha büyük olduğunu kesinlikle bilmektir. Çünkü ahiret lezzetlerinin sonu yoktur ve bunlarda bulanıklık sözkonusu değildir. Dünyanın lezzetleri ise hızla tükenir ve bulanıklıkla karışıktır. Bunlarda bulanıklıktan kurtulan bir lezzet yoktur. Oysa günahtan tevbe edip ibâdete yönelmekte, Allah'ın münacaatından zevk alma marifeti, taati; onunla uzun zaman ünsiyet peyda etmekte ise istirahat vardır. Allah'a itaat eden bir insan için. amelinden ötürü hissettiği ibâdet zevkinden ve Allah'ın münacaatından elde ettiği ünsiyet ruhundan başka bir mükâfat olmasa bile bunlar kendisine kâtı gelir. Buna bir de ahiret nimetinden eklenecek olanlar ilâve edilirse (o zaman nasıl olur)

Evet! Bu lezzet, tevbe'nin başlangıcında alınamaz. Fakat insan bir müddet tevbeye devam eder de daha önce şer olan tabiatı hayır olursa, o zaman bu zevk meydana gelir; zira nefis, neyi âdet edinirse ona alışır. Hayır âdet; şer ise inatlık ve serkeşliktir. Bu fikirler lezzetlerden alıkonma sabrını kuvvetlendiren ve korkuyu kabartan fikirlerdir. Bu fikirleri kabartansa vaizlerin vaazı ile birtakım uyarılarıdır ki bunlar saymakla tükenmez. Bunlar kalbe yerleştiğinde f\kir tabiata uygun hâle gelir ve kalp ona meyleder. Hayra sebep olan fikir ile tabiatı özleştiren sebep, tevfîk diye tâbir olunur; zira tevfîk irade ile âhirette fayda verici taattan ibaret olan mânâyı özleştiren demektir.

Uzun bir hadîste rivayet edildiğine göre Ammar b. Yasir Hz. Alinin huzurunda ayağa kalkarak 'Ey müzminlerin emîri! Bize küfürden bahset! Acaba küfür hangi temel üzerine bina edilmiştir?' diye sordu. Hz. Ali de şöyle cevap verdi; "Küfür dört temel üzerine bina edilmiştir:
a) Cefa,
b) Körlük
c) Gaflet
d) Şek v 3 şüphe

Dolayısıyla kim cefaya mübtelâ olursa (katılaşırsa) hakkı hakir görür, bâtılı ha3darır, âlimlere buğzeder. Kim körleşirse, zikri unutur. Gafîllerse hidayetten sapar. Kim de şüpheye düşerse emanîler (emeller ve istekler) onu aldatır, hasret ve pişmanlık onun yakasına yapışır. Hiç beklemediği şeyler Allah tarafından karşısına çıkartılır".

Bu, söylediklerimiz, düşünceden gafil olmanın âfetlerinden yalnızca bir kısmının beyanıdır.
Tevbe hususunda bu anlattıklarımız kâfidir. Ancak tevbe'nin devam etmesinin rükünlerinden olan sabr'm da izahı gerekir. Bu bakımdan eğer Allah dilerse biz sabrı başlıbaşına bir bölümde ele alacağız!

77) İmam Ahmed, Tabcrânî 4
78) Parantez içine aldığımız ibare bazı nüshalarda vardır. Meşhed, büyük bir yatırın bulunduğu yer demektir.
79) Deylemî
80) İbni Adîy, İbn Hibban, (hz. Ömer'den)
81) Beyhakî, (Mücahid'den)
82) Peygamberlerin hatalarına günah değil zelle demek daha doğruysa da biz
müellifin kullandığı tabiri değiştirmeye 3'etkili olmadığımızdan ifadeyi ay
nen naklettik.
83) Bkz. İthafus-Saade ,
84) Hakîm, (Ali b. Zeyd ve Said b. Müseyyeb tarikiyle); Bkz. İthaf'us-Saade, VIII/616
85) İbn Mâce, Hâkim
86) Daha önce geçmişti.
87) Beyhakî, er-Rikak
88) Garib bir hadistir ve lâfzına tesadüf edilmemiştir. (Irâkî)
89) Daha önce geçmişti.
90) İbn Mâce, Hâkim
91) Adı Seleme b. Dinar el-Medeııî'dir. Tâbiîndendi. A'rec diye şöhret
bulmuştur.
92)Abdullah es-Sicistanî'nin oğlu olan bu şahıs H. 355'de vefat etmiştir.
93) Müslim, Buhârî