4.Muhabbetin Sebep ve Kısımları
Birinci Sebep: Her dirinin ilk sevdiği şey zatıdır. Kişinin kendi nefsini sevmesinin mânâsı, tabiatında varlığının devamına bir meyl olduğu gibi yokluğuna da bir nefret vardır; zira tabii olarak sevilen, sevene uygun olandır. Acaba insana nefsinden ve varlığının devamından daha uyan birşey var mıdır? Acaba insana, nefsinin yokluğundan daha ters birşey var mıdır? işte bunun için insan varlığının devamını sever. Ölümden ve öldürmekten nefret eder. Bunu sadece ölümden sonraki korku ve azabdan değil, ölümünün zorluklarından sakındığı için de değil, elemsiz, aniden öldürülse, sevapsız ve ikapsız öldürülse yine ölümden nefret eder. Ölümü ve katıksız yokluğu sevmez. Ancak bazen hayatta bulunan dehşetli bir elemden ötürü kişi ne zaman bir bela ile mübtelâ olursa onun isteği o belanın yok olması olur. Eğer yokluğu severse, yokluk olduğu için sevmez. O yoklukta belanın da yok olması söz-konusudur. Bu bakımdan helâk ve yokluk nefret edilen bir şeydir. Varlığın devamı sevimli olunca, varlığın kemâli de sevimli olur; zira eksiklik, kemâli engeller ve yok eder. Eksiklik, yok olan miktar nisbetinde yoktur. Eksiklik, kemâle nisbeten helâktır. Helâk ve yokluk, sıfatlarda ve vücudun kemâlinde nefret edilen bir şeydir. Nitekim zatın esasında da nefret edildiği gibi... Varlık esasının de-vamının güzel olduğu gibi, kemâl sıfatının varlığı da güzeldir. Bu, sünnetullah'ın hükmüyle tabiatlarda yerleşen bir özelliktir.
Allah'ın kanununu değiştirmeye imkân bulamazsın. (Ahzab/62)
Madem durum budur, insanın ilk sevdiği şey zatıdır. Sonra azalarının selâmetli olması, sonra malı, evladı, aşireti ve dostlarıdır. Bu bakımdan azalar sevimlidir. Selâmetli olmaları da sevimlidir. Çünkü varlığın kemâl ve devamı azaların sağlamlığına bağlıdır. Mal sevimlidir, çünkü mal da varlık ve kemâlin devamında alettir. Diğer sebepler de böyledir. Bu bakımdan insan, bu şeyleri zatlarından dolayı değil, varlık ve kemâlinin nasibi bunlara
bağlı olduğundan dolayı sever. Hatta insan çocuğundan bir fayda görmediği, onun için meşakkatlara girdiği halde onu sever.
Çünkü o yok olduktan sonra çocuk, kendisinin halefi olur. Bu bakımdan çocuğun yaşamasında bir nevi kendisinin bekası vardır. İşte nefsinin bekasını sevdiğinden dolayı yerine kaim olan bir kimsenin bekasını da sever. Sanki o, onun bir parçasıdır. Çünkü nefsinin ebediyyen baki kalacağını ümit etmez. Evet! Eğer kendisinin veya evladının öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, tabiatı da normalliğini muhafaza ediyorsa, elbette kendi canını, evladının canına tercih eder. Çünkü çocuğunun yaşaması, bir yönden kendisinin yaşaması demektir.
Fakat onun kesin olarak yaşaması değildir. Akrabalarını ve aşiretini sevmesi de nefsinin kemâlini sevmesine dönüşür. Çünkü o, nefsini onlarla çok, onlar sebebiyle kuvvetli ve onların kemâliyle güzelleşmiş görür; zira aşiret, mal ve haricî sebepler insanı kemâle doğru götüren kanat gibidir. Varlığın kemâli ve devamlı oluşunun tabiaten sevildiği açık bir hakikattir. Öyleyse ilk sevilen şey, her dirinin yanında kendisinin zati ve zatının kemâli ve bütün bunların devamıdır. Onun yanında mekruh olan ise bunun zıddıdır. İşte bu, sebeplerin ilkidir.
İkinci Sebep: İhsandır; zira insan, ihsanın kuludur. Kalpler kendilerine ihsan edeni sevmek üzere, kendilerine kötülük yapan-dan da nefret etmek üzere yaratılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Facir bir kimsenin iyiliğini boynumda bırakma ki kalbim onu sevmiş olmasın!
Bu hadîs işaret eder ki kalbin iyilik yapanı sevmesi zorunludur. Defetmesi güç yetmez bir durumdur. Bu bir tabiat ve fıtrattır. Bunu değiştirmeye yol yoktur. Bu sebepten ötürü insan bazen akrabası olmayan ve ilişkisi bulunmayan bir yabancıyı sever. Bu tedkik edilirse, birinci sebebe dönüştüğü görülür; zira ihsan eden odur ki mal, yardım ve varlığın devamına erdiren sebeplerle imdada yetişir. Kemâl ve vücudun hazırlanmasında rol oynayan nasiplerin husulü ile yardım eder.
Ancak fark şudur: İnsanların azaları vücudununun kemâlinde rol oynadığından dolayı sevilir. Oysa onlar istenilen kemâlin ta kendisidir. İhsan eden bir kimse ise, o istenilen kemâlin bizzat kendisi değildir. Ancak onun sebebi olur. Azaların sıhhatinin devamlılığında sebep olan doktor gibi... Bu bakımdan sıhhatin sevgisi ile sıhhatin sebebi olan doktorun sevgisi arasında fark vardır; zira sıhhat lizatihî istenir. Doktor ise lizatihî değil, sıhhatin sebebi olmak hesabıyla istenir.
Böylece ilim de, hoca da sevilir. Fakat ilim bizatihi istenir. Hoca ise, güzel olan ilmin sebebi olduğu için istenir. Böylece yemek, içmek, para da sevilir. Fakat yemek lizatihî, paralar ise yemeğin vesilesi oldukları için istenir. Durum bu olduğu zaman fark, mertebenin değişikliğine dönüşür. Aksi takdirde onların her biri insanın kendi nefsini sevmesine dönüşür. Bu bakımdan kim ihsan ettiğinden dolayı ihsan edeni severse, o hakikatte ihsan edenin zatını sevmiş değildir. Aksine ihsanını sevmiştir. İhsan ise, muhsinin fiillerinden biridir. Eğer o ortadan kalkarsa, sevgi de kalkar. Ama muhsinin zatı, kesinlikle devam eder. Eğer eksilirse, sevgi eksilir, artarsa artar. İhsan ve ihsanın artış ve eksikliği nisbetinde artış ve eksiklik meydana gelir.
Üçüncü Sebep:Bir şeyi zatından dolayı sevmesidir. Zatının ötesinde elde edilecek bir nasipten dolayı değil! Burada şeyin zatı, onun nasibinin ta kendisidir. İşte devamlılığına güvenilen kâmil ve hakîki sevgi budur. Bu da güzellik sevgisi gibidir. Çünkü her güzel, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevilir. Bu da güzelliğin bizzat kendisi içindir.
Çünkü güzelliği idrâk etmekte zevkin bizzat kendisi vardır. O, başkası için değil zatı için sevilir. Sakın zannetme ki güzel suretlerin sevgisi, ancak onlarla şehvetin bertaraf edilmesi için düşünülebilir; zira şehvetin bertaraf edilmesi başka bir zevktir. Bazen güzel suretler onun için sevilir. Güzelliğin bizzat kendisini idrâk etmek ise başka bir lezzettir! Bu bakımdan güzelliğin sevilmesi mümkündür. Bu nasıl inkâr edilebilir? Oysa yeşillik ve akan su sevilir. Bu, suyun içildiği, yeşilliğin yenildiği için olmaz. Veya sudan ve yeşillikten başka bir nasip elde etmek için de sevmez. Yeşillik ve akan su Hz. Peygamber'in hoşuna giderdi. Sağlam tabiatlar ışığa, çiçeklere, rengarenk kuşlara, şekli ve benekleri uygun olan hayvanlara bakmaktan lezzet alır. Hatta insanoğlu bu şeylere bakmakla üzüntü ve gamdan kurtulur. Bu da bakıştan ışığa bir nasibin oluşundan kaynaklanmaz.
İşte bu sebepler lezzet verirler. Her lezzet veren şey sevilir. Her güzelin idrâk edilmesi lezzetten uzak değildir. Güzelliğin tabiaten güzel olduğunu inkâr eden hiç kimse yoktur. Bu bakımdan eğer Allah'ın güzel olduğu sabit olursa, şüphesiz ki cemâl ve celâli kendisine keşfolunan kulunun nezdinde mahbub olur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ki Allah güzeldir, güzelliği sever!
Dördüncü Esas
Bu esas, güzelliğin mânâsını beyan etmek hakkındadır: Hayallerin ve hislerin darlığında hapsolan bir kimse, çoğu kez zanneder ki güzelliğin mânâsı ancak yaratılmış azaların ve şeklin birbirine uygun olması, rengin güzelliği, beyazlığın kırmızı ile karışması, boyun uzunluğu ve bunlardan başka insan şahsının güzelliğine sıfat olarak verilen niteliklerden ibarettir; zira yaratılış üzerinde galebe çalan güzellik bakma güzelliğidir. Onların iltifatlarının çoğu şahısların suretlerinedir. Bu bakımdan zannedilir ki görülmeyen, hayal edilmeyen, şekli olmayan, bir rengi bulunmayanın güzelliği tasavvur olunamaz. Güzelliği tasavvur olun-madığından onu idrâk etmekte lezzet yoktur. Bu bakımdan mahbub olamaz. Bu çok açık bir yanlışlıktır; zira güzellik sadece gözle idrâk edilenlere bağlı değildir. Yaratılışta azaların uygunluğuna, beyazlığa kırmızının karışmasına bağlı değildir.
Çünkü 'bu güzel bir hattır', 'şu güzel bir sestir', 'şu da güzel bir attır', 'şu güzel bir elbisedir', 'şu güzel bir kaptır' deriz. Bu bakımdan ses ve hattın güzelliği ve diğer eşyaların güzelliği, eğer güzellik sadece iddia edildiği gibi surette ise ne demektir ve hangi mânâya gelir? Malumdur ki göz, güzel hatta bakmakla zevk alır. Kulak, güzel sesleri dinlemekle zevk alır ve idrâk olunanlardan hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin diye ayrılmasın! Acaba bütün bu eşyalar arasında ortak olan güzelliğin mânâsı nedir? Bu bakımdan bunu araştırmak gerekir. Bu araştırma oldukça uzar. Muamele ilminde, bunu uzun uzadıya izah etmek uygun düşmez.
Herşeyin cemâli, o şey için mümkün olan ve kendisine uygun bulunan kemâlinin hazır bulunmasmdandır. Durum bu olduğunda o şeyin mümkün olan bütün kemâl cephelerinin hazır bulunduğunda, o, güzelliğin zirvesinde sayılır. Eğer hazır olan onun bir kısmı ise, hazır olan nisbetinde onun güzelliği vardır. Bu bakımdan güzel at, o attır ki bir ata uygun olan şekil, renk, koşmak, hücum etmek, geri çekilmek imkânlarının hepsi kendi-sinde bir araya gelmiştir. Güzel hat, kendisinde hatta uygun olan harflerin mütenasip olan, tertibi müstakil ve intizamı güzel olan her bir unsurun bir araya geldiği hattır.
Herşeyin bir kemâli vardır. Ona uygundur. Bazen onun zıddı da başkasına uygun gelir. Bu bakımdan her şeyin kemâli, güzelliği, kendisine uygun olanın kemâlindedir. O halde atın güzelliğini meydana getiren şey, insanın güzelliğini meydana getirmez. Sesin güzelliğini sağlayan şey ile hat güzel olmaz. Elbiselerin güzelliğini sağlayan şey ile kaplar güzel olmaz. Diğer eşyalar da böyledir. Eğer şöyle dersen: Bu şeyler, her ne kadar sesler ve tatlılar gibi hepsi gözle idrâk edilmiyorsa da duyular tarafından idrâk edilmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan bunlar duyularla hissedilenlerdir. Hissedilenlerin güzelliği ise inkâr edilmez. Onların güzelliklerinin idrâki vasıtasıyla lezzetin husulü da inkâr edilmez. Bu ancak duyularla idrâk olunmayan şeylerden başkasında inkâr edilir.
Güzellik duyularla idrâk edilmeyen şeylerde mevcuttur; zira denilir ki: 'Şu güzel bir yaratılış, şu güzel bir ilim, şu güzel bir sî-rettir. Şunlar güzel ahlâklardır'. Oysa güzel ahlâklardan ilim, akıl, iffet, erkeklik, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer hayırlı haslet-ler kastolunur. Bu sıfatların hiç biri beş duyu ile idrâk olunmaz. Ancak bâtınî basiretin nûruyla idrâk edilir. Bu güzel hasletlerin hepsi mahbubdur. Bunlarla sıfatlı bulunan kimse de sıfatlarını tanıyan kimsenin nezdinde tabii olarak mahbubdur. Bunun ve durumun böyle olmasının alâmeti (şudur): Tabiatlar peygamberleri, sahabîleri sevmek üzere yaratılmıştır. Oysa tabiatlar onları görmemiştir.
Hatta tabiatlar, mezheb sahibi olan İmam Şâfiî, İmam Ebu Hanife, İmam Mâlik ve diğerlerini sevmektedir. Hatta kişi mezheb sahibini bazen aşık olacak derecede sever. Bu aşırı sevgi onu bütün servetini o mezhebin yayılması yolunda sarfetmeye zorlar. İmamına ta'neden bir kimseyi, canını tehlikeye atarcasına önlemeye çalışır. Mezheblerin sahiplerine yardım yolunda nice kanlar akıtılmıştır. Keşke Şâfiî'yi seven bir kimsenin niçin sevdiğini bilseydim! Oysa hiçbir zaman onun suretini görmemiştir. Eğer onu görseydi, belki de Şâfiî'nin zâhiri görünüşünü beğenmezdi. Bu bakımdan kendisini ifrat derecede sevmeye teşvik eden güzellik, Şâfiî'nin zahirî güzelliği değil, iç suretinin güzelliğidir; zira Şâfiî'nin zahirî sureti toprakla beraber toprak olmuştur. Kişi ancak onu din, takvâ, bol ilim, dinin ince noktalarını kapsamak gibi şeriat ilmini ifade etmesinden meydana gelen iç sıfatlarından dolayı sever. Bu hayırları âlemde neşrettiğinden dolayı sever. Onlar ise güzel şeylerdir. Güzellikler ancak basiret nûruyla bilinir. Duyular onları idrâk etmekten âcizdir.
Böylece Hz. Ebubekir'i (r.a) seven, onu başkasından üstün tutan veya Hz. Ali'yi seven, onu başkasından üstün tutup kendisi için taassuba kaçan, ancak onları ilim, din, takvâ, kahramanlık, şeref ve benzeri sıfatlarından dolayı sever. Bu bakımdan malumdur ki Hz. Ebubekir'i seven bir kimse, onun kemiğini, etini, derisini, azalarını ve şeklini sevmez; zira bütün bunlar değişmiş, yok olmuştur. Sadece Hz. Ebubekir'e 'Sıddîk' dedirten vasıflar kalmıştır, O da güzel sîretin kaynakları olan güzel sıfatlardır. O sıfatların bekasıyla sevgi bâki kalmıştır. Oysa bütün suretler zeval bulmuştur! O sıfatların hepsi işler tedkik edilirse şehvetleri kahretmek suretiyle nefsin onlara gücü yetiyorsa ilim ve kudrete dönüşür. Bu bakımdan bütün hayır işleri bu iki vasıf üzerinde dalbudak salar. Bunlar da hiss ile idrâk edilmez. Onların bedendeki merkezleri atomik bir parçadır. Bu bakımdan esasında sevilen o noktadır. Parçalanmayı kabul etmeyecek derecede küçük olan bir parçanın şekli ve gözle görülecek rengi tasavvur olunamaz ki göründüğü için sevildiği iddia edilsin. Durum bu ise güzellik, bir insanın gidişatında mevcuttur.
Eğer güzel gidişat ilimsiz ve basiretsiz meydana gelirse, sevgiyi gerektirmez. Bu bakımdan sevilen bir insanın sevilmesi güzel gidişatından kaynaklanır. Bunlar da övülen ahlâklar, şerefli faziletlerdir. Bütün bunlar, ilmin ve kudretin kemâline dönüşür. Bu ise, tabii olarak sevilir. Oysa duyularla idrâk olunmaktadır. Hatta aklı yetmeyen bir çocuğa gaib veya hazır, diri veya ölü olan birini sevdirmek istediğimizde bu isteğimizi tahakkuk ettirmekte bir tek yol vardır. O da sevdirmek istediğimiz insanı kahramanlık, cömertlik, ilim ve diğer güzel ahlâklarla çocuğa empoze etmektir. Çocuk bunların o insanda mevcut olduğuna inandı mı artık onu sevmemek çocuğun elinde değildir.
Ashab-ı kirâmın sevgisi, Ebu Cehil'in ve İblis'in nefreti, mutlaka bu şekilde yerleştirilmiştir. İnsanlar Hatem-i Tâî'yi cömertlikle, Halid b. Velid'i şecaatla vasıflandırdıklarından dolayı zarurî olarak kalpler onları sever. Oysa bu sevgi hissedilen surete bakmak veya sevenin onlardan almış olduğu bir hazza bakmaktan ileri gelmez. Hatta yeryüzünün bazı bölgelerinde bir kısım sultanların adalet ve doğruluklarına, hayırlı insan olduklarına dair hikâyeler anlatıldığından o sultanın sevgisi, sevenlere bir faydasının dokunma ümidi olmadığı halde, kalplere galebe çalar.
Öyleyse insan sevgisi sadece insana iyilik yapana karşı değildir. Esasında sevilen iyiliktir. Her ne kadar onun iyiliği sevene ulaşmamış olsa bile yine de iyilik yaptığından dolayı sevilir. Çünkü her güzellik sevilir. Suret ise zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısımdır. Hüsn ve cemâl bunların ikisini de kapsamaktadır. Zâhir suretler zahirî gözle idrâk olunur. Bâtın suretler ise, bâtını basiret ile sezilirler, Bu bakımdan bâtın basiretinden mahrum olan bir kimse idrâkten de yoksundur ve bu yönden lezzet almaz, sevmez ve buna meyil de etmez bir yaratılıştadır. Kimde bâtınî basiret, görünen duyulardan daha galip ise, onun bâtinî mânâları sevmesi zâhirî mânâları sevmesinden daha fazladır, Bu bakımdan duvara nakşedilen bir sureti zâhirî güzelliğinden dolayı seven ile iç güzelliğinden dolayı peygamberlerden birini seven arasında büyük fark vardır.
Beşinci Esas
Bu esas seven ile sevilenin arasındaki gizli münasebet hakkındadır; birçok insan arasında birbirlerine karşı sevgi ol-dukça kuvvetli olur. Oysa bu sevginin kaynağı ne zâhirî bir güzel-lik, ne de zâhirî bir çıkardır. Ancak sadece ruhî uygunluktur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Onlardan (ruhlardan) tanışanlar birbirine yakınlık gösterirler. Onlardan tanışmayanlar birbirlerinden kaçarlar!
Biz bunu Allah yolunda sevmeyi zikrederken sohbet adabı kitabında tedkik etmiştik. Çünkü bu da sevgi sebeplerinin acaipliklerindendir. Durum bu olduğuna göre, sevginin kısımları beş sebebe dönüşür. O da insanın kendi varlığını sevmesi, kemâlini, bekâsını sevmesi, varlığının devamına dönüşen hususta ve bekâsına yardım eden yerde kendisine ihsan edeni sevmesi, tehlikeleri kendisinden uzaklaştıranı sevmesi, her ne kadar kendisine iyilik yapmamış ise de iyilik yapanı sevmesidir. İster zâhiri, ister bâtınî suretlerden olsun, güzel olan her şeyi sevmesidir. Kendisi ile arasında bâtında gizli bir münasebet bulunanı sevmesidir. Eğer bütün bu sebepler bir şahısta toplanırsa, şüphesiz ki sevgi katmerleşir. Nitekim bir insan sureten güzel, ahlâken güzel, ilmen kâmil, tedbiren güzel, halka yardımı seven, babasına yardım eden bir evlat ise babasının yanında şüphesiz ki son derece sevimli olur.
Bütün bu hasletlerin bir araya gelmesinden sonra sevgi kuvveti, bu hasletlerin kuvveti nisbetinde olur. Eğer bu sıfatlar kemâl derecelerinin zirvesinde ise, sevgi de şüphesiz derecelerin en yücesinde olur. Bu bakımdan biz şimdilik bütün bu sebeplerden kemâlin, bir arada toplanmasının ancak Allah hakkında düşünülebileceğini beyan edelim ki hakîkat açısından sevgiye Allah'tan başkasının müstehak olmadığı açıklığa kavuşsun!
Allah'ın kanununu değiştirmeye imkân bulamazsın. (Ahzab/62)
Madem durum budur, insanın ilk sevdiği şey zatıdır. Sonra azalarının selâmetli olması, sonra malı, evladı, aşireti ve dostlarıdır. Bu bakımdan azalar sevimlidir. Selâmetli olmaları da sevimlidir. Çünkü varlığın kemâl ve devamı azaların sağlamlığına bağlıdır. Mal sevimlidir, çünkü mal da varlık ve kemâlin devamında alettir. Diğer sebepler de böyledir. Bu bakımdan insan, bu şeyleri zatlarından dolayı değil, varlık ve kemâlinin nasibi bunlara
bağlı olduğundan dolayı sever. Hatta insan çocuğundan bir fayda görmediği, onun için meşakkatlara girdiği halde onu sever.
Çünkü o yok olduktan sonra çocuk, kendisinin halefi olur. Bu bakımdan çocuğun yaşamasında bir nevi kendisinin bekası vardır. İşte nefsinin bekasını sevdiğinden dolayı yerine kaim olan bir kimsenin bekasını da sever. Sanki o, onun bir parçasıdır. Çünkü nefsinin ebediyyen baki kalacağını ümit etmez. Evet! Eğer kendisinin veya evladının öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, tabiatı da normalliğini muhafaza ediyorsa, elbette kendi canını, evladının canına tercih eder. Çünkü çocuğunun yaşaması, bir yönden kendisinin yaşaması demektir.
Fakat onun kesin olarak yaşaması değildir. Akrabalarını ve aşiretini sevmesi de nefsinin kemâlini sevmesine dönüşür. Çünkü o, nefsini onlarla çok, onlar sebebiyle kuvvetli ve onların kemâliyle güzelleşmiş görür; zira aşiret, mal ve haricî sebepler insanı kemâle doğru götüren kanat gibidir. Varlığın kemâli ve devamlı oluşunun tabiaten sevildiği açık bir hakikattir. Öyleyse ilk sevilen şey, her dirinin yanında kendisinin zati ve zatının kemâli ve bütün bunların devamıdır. Onun yanında mekruh olan ise bunun zıddıdır. İşte bu, sebeplerin ilkidir.
İkinci Sebep: İhsandır; zira insan, ihsanın kuludur. Kalpler kendilerine ihsan edeni sevmek üzere, kendilerine kötülük yapan-dan da nefret etmek üzere yaratılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Facir bir kimsenin iyiliğini boynumda bırakma ki kalbim onu sevmiş olmasın!
Bu hadîs işaret eder ki kalbin iyilik yapanı sevmesi zorunludur. Defetmesi güç yetmez bir durumdur. Bu bir tabiat ve fıtrattır. Bunu değiştirmeye yol yoktur. Bu sebepten ötürü insan bazen akrabası olmayan ve ilişkisi bulunmayan bir yabancıyı sever. Bu tedkik edilirse, birinci sebebe dönüştüğü görülür; zira ihsan eden odur ki mal, yardım ve varlığın devamına erdiren sebeplerle imdada yetişir. Kemâl ve vücudun hazırlanmasında rol oynayan nasiplerin husulü ile yardım eder.
Ancak fark şudur: İnsanların azaları vücudununun kemâlinde rol oynadığından dolayı sevilir. Oysa onlar istenilen kemâlin ta kendisidir. İhsan eden bir kimse ise, o istenilen kemâlin bizzat kendisi değildir. Ancak onun sebebi olur. Azaların sıhhatinin devamlılığında sebep olan doktor gibi... Bu bakımdan sıhhatin sevgisi ile sıhhatin sebebi olan doktorun sevgisi arasında fark vardır; zira sıhhat lizatihî istenir. Doktor ise lizatihî değil, sıhhatin sebebi olmak hesabıyla istenir.
Böylece ilim de, hoca da sevilir. Fakat ilim bizatihi istenir. Hoca ise, güzel olan ilmin sebebi olduğu için istenir. Böylece yemek, içmek, para da sevilir. Fakat yemek lizatihî, paralar ise yemeğin vesilesi oldukları için istenir. Durum bu olduğu zaman fark, mertebenin değişikliğine dönüşür. Aksi takdirde onların her biri insanın kendi nefsini sevmesine dönüşür. Bu bakımdan kim ihsan ettiğinden dolayı ihsan edeni severse, o hakikatte ihsan edenin zatını sevmiş değildir. Aksine ihsanını sevmiştir. İhsan ise, muhsinin fiillerinden biridir. Eğer o ortadan kalkarsa, sevgi de kalkar. Ama muhsinin zatı, kesinlikle devam eder. Eğer eksilirse, sevgi eksilir, artarsa artar. İhsan ve ihsanın artış ve eksikliği nisbetinde artış ve eksiklik meydana gelir.
Üçüncü Sebep:Bir şeyi zatından dolayı sevmesidir. Zatının ötesinde elde edilecek bir nasipten dolayı değil! Burada şeyin zatı, onun nasibinin ta kendisidir. İşte devamlılığına güvenilen kâmil ve hakîki sevgi budur. Bu da güzellik sevgisi gibidir. Çünkü her güzel, güzelliği idrâk edenin nezdinde sevilir. Bu da güzelliğin bizzat kendisi içindir.
Çünkü güzelliği idrâk etmekte zevkin bizzat kendisi vardır. O, başkası için değil zatı için sevilir. Sakın zannetme ki güzel suretlerin sevgisi, ancak onlarla şehvetin bertaraf edilmesi için düşünülebilir; zira şehvetin bertaraf edilmesi başka bir zevktir. Bazen güzel suretler onun için sevilir. Güzelliğin bizzat kendisini idrâk etmek ise başka bir lezzettir! Bu bakımdan güzelliğin sevilmesi mümkündür. Bu nasıl inkâr edilebilir? Oysa yeşillik ve akan su sevilir. Bu, suyun içildiği, yeşilliğin yenildiği için olmaz. Veya sudan ve yeşillikten başka bir nasip elde etmek için de sevmez. Yeşillik ve akan su Hz. Peygamber'in hoşuna giderdi. Sağlam tabiatlar ışığa, çiçeklere, rengarenk kuşlara, şekli ve benekleri uygun olan hayvanlara bakmaktan lezzet alır. Hatta insanoğlu bu şeylere bakmakla üzüntü ve gamdan kurtulur. Bu da bakıştan ışığa bir nasibin oluşundan kaynaklanmaz.
İşte bu sebepler lezzet verirler. Her lezzet veren şey sevilir. Her güzelin idrâk edilmesi lezzetten uzak değildir. Güzelliğin tabiaten güzel olduğunu inkâr eden hiç kimse yoktur. Bu bakımdan eğer Allah'ın güzel olduğu sabit olursa, şüphesiz ki cemâl ve celâli kendisine keşfolunan kulunun nezdinde mahbub olur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
ki Allah güzeldir, güzelliği sever!
Dördüncü Esas
Bu esas, güzelliğin mânâsını beyan etmek hakkındadır: Hayallerin ve hislerin darlığında hapsolan bir kimse, çoğu kez zanneder ki güzelliğin mânâsı ancak yaratılmış azaların ve şeklin birbirine uygun olması, rengin güzelliği, beyazlığın kırmızı ile karışması, boyun uzunluğu ve bunlardan başka insan şahsının güzelliğine sıfat olarak verilen niteliklerden ibarettir; zira yaratılış üzerinde galebe çalan güzellik bakma güzelliğidir. Onların iltifatlarının çoğu şahısların suretlerinedir. Bu bakımdan zannedilir ki görülmeyen, hayal edilmeyen, şekli olmayan, bir rengi bulunmayanın güzelliği tasavvur olunamaz. Güzelliği tasavvur olun-madığından onu idrâk etmekte lezzet yoktur. Bu bakımdan mahbub olamaz. Bu çok açık bir yanlışlıktır; zira güzellik sadece gözle idrâk edilenlere bağlı değildir. Yaratılışta azaların uygunluğuna, beyazlığa kırmızının karışmasına bağlı değildir.
Çünkü 'bu güzel bir hattır', 'şu güzel bir sestir', 'şu da güzel bir attır', 'şu güzel bir elbisedir', 'şu güzel bir kaptır' deriz. Bu bakımdan ses ve hattın güzelliği ve diğer eşyaların güzelliği, eğer güzellik sadece iddia edildiği gibi surette ise ne demektir ve hangi mânâya gelir? Malumdur ki göz, güzel hatta bakmakla zevk alır. Kulak, güzel sesleri dinlemekle zevk alır ve idrâk olunanlardan hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin diye ayrılmasın! Acaba bütün bu eşyalar arasında ortak olan güzelliğin mânâsı nedir? Bu bakımdan bunu araştırmak gerekir. Bu araştırma oldukça uzar. Muamele ilminde, bunu uzun uzadıya izah etmek uygun düşmez.
Herşeyin cemâli, o şey için mümkün olan ve kendisine uygun bulunan kemâlinin hazır bulunmasmdandır. Durum bu olduğunda o şeyin mümkün olan bütün kemâl cephelerinin hazır bulunduğunda, o, güzelliğin zirvesinde sayılır. Eğer hazır olan onun bir kısmı ise, hazır olan nisbetinde onun güzelliği vardır. Bu bakımdan güzel at, o attır ki bir ata uygun olan şekil, renk, koşmak, hücum etmek, geri çekilmek imkânlarının hepsi kendi-sinde bir araya gelmiştir. Güzel hat, kendisinde hatta uygun olan harflerin mütenasip olan, tertibi müstakil ve intizamı güzel olan her bir unsurun bir araya geldiği hattır.
Herşeyin bir kemâli vardır. Ona uygundur. Bazen onun zıddı da başkasına uygun gelir. Bu bakımdan her şeyin kemâli, güzelliği, kendisine uygun olanın kemâlindedir. O halde atın güzelliğini meydana getiren şey, insanın güzelliğini meydana getirmez. Sesin güzelliğini sağlayan şey ile hat güzel olmaz. Elbiselerin güzelliğini sağlayan şey ile kaplar güzel olmaz. Diğer eşyalar da böyledir. Eğer şöyle dersen: Bu şeyler, her ne kadar sesler ve tatlılar gibi hepsi gözle idrâk edilmiyorsa da duyular tarafından idrâk edilmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan bunlar duyularla hissedilenlerdir. Hissedilenlerin güzelliği ise inkâr edilmez. Onların güzelliklerinin idrâki vasıtasıyla lezzetin husulü da inkâr edilmez. Bu ancak duyularla idrâk olunmayan şeylerden başkasında inkâr edilir.
Güzellik duyularla idrâk edilmeyen şeylerde mevcuttur; zira denilir ki: 'Şu güzel bir yaratılış, şu güzel bir ilim, şu güzel bir sî-rettir. Şunlar güzel ahlâklardır'. Oysa güzel ahlâklardan ilim, akıl, iffet, erkeklik, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer hayırlı haslet-ler kastolunur. Bu sıfatların hiç biri beş duyu ile idrâk olunmaz. Ancak bâtınî basiretin nûruyla idrâk edilir. Bu güzel hasletlerin hepsi mahbubdur. Bunlarla sıfatlı bulunan kimse de sıfatlarını tanıyan kimsenin nezdinde tabii olarak mahbubdur. Bunun ve durumun böyle olmasının alâmeti (şudur): Tabiatlar peygamberleri, sahabîleri sevmek üzere yaratılmıştır. Oysa tabiatlar onları görmemiştir.
Hatta tabiatlar, mezheb sahibi olan İmam Şâfiî, İmam Ebu Hanife, İmam Mâlik ve diğerlerini sevmektedir. Hatta kişi mezheb sahibini bazen aşık olacak derecede sever. Bu aşırı sevgi onu bütün servetini o mezhebin yayılması yolunda sarfetmeye zorlar. İmamına ta'neden bir kimseyi, canını tehlikeye atarcasına önlemeye çalışır. Mezheblerin sahiplerine yardım yolunda nice kanlar akıtılmıştır. Keşke Şâfiî'yi seven bir kimsenin niçin sevdiğini bilseydim! Oysa hiçbir zaman onun suretini görmemiştir. Eğer onu görseydi, belki de Şâfiî'nin zâhiri görünüşünü beğenmezdi. Bu bakımdan kendisini ifrat derecede sevmeye teşvik eden güzellik, Şâfiî'nin zahirî güzelliği değil, iç suretinin güzelliğidir; zira Şâfiî'nin zahirî sureti toprakla beraber toprak olmuştur. Kişi ancak onu din, takvâ, bol ilim, dinin ince noktalarını kapsamak gibi şeriat ilmini ifade etmesinden meydana gelen iç sıfatlarından dolayı sever. Bu hayırları âlemde neşrettiğinden dolayı sever. Onlar ise güzel şeylerdir. Güzellikler ancak basiret nûruyla bilinir. Duyular onları idrâk etmekten âcizdir.
Böylece Hz. Ebubekir'i (r.a) seven, onu başkasından üstün tutan veya Hz. Ali'yi seven, onu başkasından üstün tutup kendisi için taassuba kaçan, ancak onları ilim, din, takvâ, kahramanlık, şeref ve benzeri sıfatlarından dolayı sever. Bu bakımdan malumdur ki Hz. Ebubekir'i seven bir kimse, onun kemiğini, etini, derisini, azalarını ve şeklini sevmez; zira bütün bunlar değişmiş, yok olmuştur. Sadece Hz. Ebubekir'e 'Sıddîk' dedirten vasıflar kalmıştır, O da güzel sîretin kaynakları olan güzel sıfatlardır. O sıfatların bekasıyla sevgi bâki kalmıştır. Oysa bütün suretler zeval bulmuştur! O sıfatların hepsi işler tedkik edilirse şehvetleri kahretmek suretiyle nefsin onlara gücü yetiyorsa ilim ve kudrete dönüşür. Bu bakımdan bütün hayır işleri bu iki vasıf üzerinde dalbudak salar. Bunlar da hiss ile idrâk edilmez. Onların bedendeki merkezleri atomik bir parçadır. Bu bakımdan esasında sevilen o noktadır. Parçalanmayı kabul etmeyecek derecede küçük olan bir parçanın şekli ve gözle görülecek rengi tasavvur olunamaz ki göründüğü için sevildiği iddia edilsin. Durum bu ise güzellik, bir insanın gidişatında mevcuttur.
Eğer güzel gidişat ilimsiz ve basiretsiz meydana gelirse, sevgiyi gerektirmez. Bu bakımdan sevilen bir insanın sevilmesi güzel gidişatından kaynaklanır. Bunlar da övülen ahlâklar, şerefli faziletlerdir. Bütün bunlar, ilmin ve kudretin kemâline dönüşür. Bu ise, tabii olarak sevilir. Oysa duyularla idrâk olunmaktadır. Hatta aklı yetmeyen bir çocuğa gaib veya hazır, diri veya ölü olan birini sevdirmek istediğimizde bu isteğimizi tahakkuk ettirmekte bir tek yol vardır. O da sevdirmek istediğimiz insanı kahramanlık, cömertlik, ilim ve diğer güzel ahlâklarla çocuğa empoze etmektir. Çocuk bunların o insanda mevcut olduğuna inandı mı artık onu sevmemek çocuğun elinde değildir.
Ashab-ı kirâmın sevgisi, Ebu Cehil'in ve İblis'in nefreti, mutlaka bu şekilde yerleştirilmiştir. İnsanlar Hatem-i Tâî'yi cömertlikle, Halid b. Velid'i şecaatla vasıflandırdıklarından dolayı zarurî olarak kalpler onları sever. Oysa bu sevgi hissedilen surete bakmak veya sevenin onlardan almış olduğu bir hazza bakmaktan ileri gelmez. Hatta yeryüzünün bazı bölgelerinde bir kısım sultanların adalet ve doğruluklarına, hayırlı insan olduklarına dair hikâyeler anlatıldığından o sultanın sevgisi, sevenlere bir faydasının dokunma ümidi olmadığı halde, kalplere galebe çalar.
Öyleyse insan sevgisi sadece insana iyilik yapana karşı değildir. Esasında sevilen iyiliktir. Her ne kadar onun iyiliği sevene ulaşmamış olsa bile yine de iyilik yaptığından dolayı sevilir. Çünkü her güzellik sevilir. Suret ise zâhir ve bâtın olmak üzere iki kısımdır. Hüsn ve cemâl bunların ikisini de kapsamaktadır. Zâhir suretler zahirî gözle idrâk olunur. Bâtın suretler ise, bâtını basiret ile sezilirler, Bu bakımdan bâtın basiretinden mahrum olan bir kimse idrâkten de yoksundur ve bu yönden lezzet almaz, sevmez ve buna meyil de etmez bir yaratılıştadır. Kimde bâtınî basiret, görünen duyulardan daha galip ise, onun bâtinî mânâları sevmesi zâhirî mânâları sevmesinden daha fazladır, Bu bakımdan duvara nakşedilen bir sureti zâhirî güzelliğinden dolayı seven ile iç güzelliğinden dolayı peygamberlerden birini seven arasında büyük fark vardır.
Beşinci Esas
Bu esas seven ile sevilenin arasındaki gizli münasebet hakkındadır; birçok insan arasında birbirlerine karşı sevgi ol-dukça kuvvetli olur. Oysa bu sevginin kaynağı ne zâhirî bir güzel-lik, ne de zâhirî bir çıkardır. Ancak sadece ruhî uygunluktur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Onlardan (ruhlardan) tanışanlar birbirine yakınlık gösterirler. Onlardan tanışmayanlar birbirlerinden kaçarlar!
Biz bunu Allah yolunda sevmeyi zikrederken sohbet adabı kitabında tedkik etmiştik. Çünkü bu da sevgi sebeplerinin acaipliklerindendir. Durum bu olduğuna göre, sevginin kısımları beş sebebe dönüşür. O da insanın kendi varlığını sevmesi, kemâlini, bekâsını sevmesi, varlığının devamına dönüşen hususta ve bekâsına yardım eden yerde kendisine ihsan edeni sevmesi, tehlikeleri kendisinden uzaklaştıranı sevmesi, her ne kadar kendisine iyilik yapmamış ise de iyilik yapanı sevmesidir. İster zâhiri, ister bâtınî suretlerden olsun, güzel olan her şeyi sevmesidir. Kendisi ile arasında bâtında gizli bir münasebet bulunanı sevmesidir. Eğer bütün bu sebepler bir şahısta toplanırsa, şüphesiz ki sevgi katmerleşir. Nitekim bir insan sureten güzel, ahlâken güzel, ilmen kâmil, tedbiren güzel, halka yardımı seven, babasına yardım eden bir evlat ise babasının yanında şüphesiz ki son derece sevimli olur.
Bütün bu hasletlerin bir araya gelmesinden sonra sevgi kuvveti, bu hasletlerin kuvveti nisbetinde olur. Eğer bu sıfatlar kemâl derecelerinin zirvesinde ise, sevgi de şüphesiz derecelerin en yücesinde olur. Bu bakımdan biz şimdilik bütün bu sebeplerden kemâlin, bir arada toplanmasının ancak Allah hakkında düşünülebileceğini beyan edelim ki hakîkat açısından sevgiye Allah'tan başkasının müstehak olmadığı açıklığa kavuşsun!
Muhabbet
- 1.Giriş
- 10.Marifetullah (Allah'ı Bilmek) Hususunda İnsanların Hatalı Anlayışlarının Sebebi
- 11.Allah'a Olan Şevk'in Mânâsı
- 12.Allah'ın Kulu Sevmesi ve Bu Sevginin Mânâsı
- 13. Kulun Allah'ı Sevmesinin Alâmetleri
- 14.Allah ile Ünsiyet'in Mânâsı
- 15.Ünsiyet'in Galebe Çalmasının Sonucu Olan İdlâl ve İnbisat'ın Mânâsı
- 16.Allah'ın Kazasına Rıza Göstermenin Mânâsı, Rıza'nın Hakikati ve Fazileti Hakkında Vârid Olan deliller
- 17.Rıza'nın Fazileti
- 18.Rıza'nın Hakikati, Heva-i Nefse Muhalif Olan Hususlarda Düşünülmesi
- 19.Dua, Rıza'ya Münafi Değildir
- 2.Kulun Allah'a Olan Muhabbeti Hakkında Şer'î deliller
- 20.Günahlarla Dolu Memleketlerden Kaçmak ve Orayı Yermek Rıza'ya Aykırı Değildir!
- 21.Allah'ı Sevenlerin (Muhiblerin) Keşf ve Kerametleri, Sözleri ve Hikâyeleri
- 22.Bu Bölümün Hâtimesi
- 3.Muhabbet'in Hakikati, Sebepleri, Kulun Allah'a Olan Muhabbetinin Mânâsı
- 4.Muhabbetin Sebep ve Kısımları
- 5.Muhabbeti Lâyık Olan Ancak Allah'tır!
- 6.Zevklerin En Yücesi Marifetullah (Allah'ı Bilmek) ve O'nun Cemâlini Temaşa Etmektir!
- 7.Ahiret'teki Faziletin Dünya'daki Marifet'e Üstünlüğü
- 8.Allah Sevgisini Takviye Eden Sebepler
- 9.İnsanların Sevgi Hususunda Farklı Olmalarının