12.Sıdk'ın Hakîkati, Mânâsı ve Mertebeleri
Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde sıdk, niyette sıdk, azimde sıdk, azmi îfa etmekte sıdk, amelde sıdk, din makamlarının tahkikinde sıdk... Bütün bunlarda sıdk (doğruluk) ile sıfatlanan bir kimse Sıddîk'tır. Çünkü sıddîk demek, sıdkta (doğrulukta) ileri giden demektir. Sonra sıddîk (doğru)lar da çeşitli derecelere ayrılırlar. Kim de sıdk'ta bu altı şeyin biri varsa o, içinde nasibi olan şeye nisbeten sâdıktır.
I. Dilin Sıdk'ı
İlk sıdk, dilin sıdkıdır. Bu ise ancak haberlerde veya haberleri tazammun eden ve haberlere dikkati çeken hususlarda olur. Haber de ya geçmiş veya gelecekle alâkalıdır. Bunun içine, va'dini îfa etmek veya va'dine muhalif hareket etmek de girer. Her kulun haberlerin lâfızlarını koruması gerektir. Kul sadece doğru ile konuşmalıdır. Bu ise sıdkın çeşitlerinden en meşhuru ve en belirginidir. Bu bakımdan dilini, bir şeyi olduğundan hilafına söylemekten koruyan bir kimse sâdıktır. Fakat bu sıdkın iki kemâli vardır.
A) Birincisi târizlerden sakınmaktır. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Târizlerde yalandan kaçınmaya yol vardır'. Bunun sebebi târizlerin yalanın yerine geçmesidir; zira yalanın mahzurlu olması, bir şeyi olduğu gibi değil, onun hilafına anlatmaktır. Ancak bazı hallerde yalana ihtiyaç hissedilir ve maslahat onu iktiza eder. Çocukların, kadınların ve benzerlerinin edeplendirilmesinde de bazen yalana ihtiyaç duyulur. Zâlimlerden sakındırmak için, savaşta da maslahat için yalana ihtiyaç duyulabilir. Düşmanların memleketin sırlarına vâkıf olmaması için maslahat yalan söylemeyi gerektirir. Bu bakımdan bunlardan birine mecbur olan bir kimsenin buradaki sıdkı Allah için konuşmasıdır. Hakkın ona emrettiği ve dinin istediği hususta konuşmalıdır. Öyleyse böyle konuştuğunda doğru olur. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır.
Evet! Böyle bir yerde, yol buldukça târizlere kaymak uygundur. Hz. Peygamber (s.a) sefere çıktığında gideceği yere değil, başka bir yere doğru giderek esas amacını gizlerdi.50
Bunun sebebi haberin, düşmanlara varmasını ve dolayısıyla da hazırlık yapmalarını engellemekti. Bu hareketin yalanla bir ilgisi yoktur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
İki kişinin arasını bulmak için yalan söyleyen, yalancı değildir!51
Şu üç kişiye maslahata göre yalan söyleme ruhsatı verilmiştir:
1. İki kişinin arasını bulan kimseye,
2. İki karısı bulunan bir kimseye,
3. Savaşta olan kimseye.
Buradaki sıdk niyet'e dönüşür. Bu bakımdan burada niyetin sıdkı ve hayrın iradesi gözetilir. O halde, kişinin maksadı doğru olup niyeti sabit ise, iradesi sadece hayır için tecerrüd etmiş ise, kişi sâdık ve sıddîk olur. Konuşması nasıl olursa olsun farketmez. Sonra burada târiz daha iyidir.
Târizin yolu, bazılarından hikâye edilen şu şekildir: Zâlimlerden biri, seleften bir zâtı arıyordu. O da evindeydi. Hanımına 'Parmağınla bir daire çiz! Parmağını dairenin üzerine koy ve 'O burada değildir de'dedi.
Bunu yapmakla yalandan korundu. Zâlimi nefsinden defetti. Bu bakımdan onun sözü doğru idi. Zâlime de evde olmadığını anlattı.
Demek ki lâfızda birinci kemâl; açık lâfızdan ve târizlerden sakınmaktır. Ancak zaruret anında durum değişir.
B) İkinci kemâl; kendileriyle rabbine münâcat ettiği lâfızlarda sıdkın mânâsını gözetmesidir. Şu sözü gibi: 'Yeri ve gökleri yara-tan Allah için yüzümü yönelttim!'
Eğer kişinin kalbi Allah'tan dönük, dünyanın istek ve şehvetleriyle meşgul bulunuyorsa, bu sözde yalancıdır. 'Ancak sana ibadet ediyoruz'! ve 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözleri de ikinci kemâlin misalidir.
Kişi kulluğun hakîkatiyle sıfatlı bulunmadığı ve Allah'tan başka bir hedefi olduğu halde bunu söylerse, konuşması doğru olmaz. Eğer 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözünden kıyamet gününde, sıdktan dolayı mesul tutulursa, bunun tahkikinden aciz olur; zira eğer kişi dünyanın, nefsinin ve heveslerinin kölesi ise, bu sözünde doğru olmaz. Çünkü kişi bağlı olduğu şeyin kuludur. Nitekim İsa (a.s) 'Ey dünyanın kulları!' demiştir....
Efendimiz Hz. Muhammed ise 'Dinarın kulu helâk oldu! Dirhemin kulu helâk oldu! Süsün ve yemeğin kulu helâk oldu!' buyurmuştur.52
Dikkat edilirse kalbi bir şeye bağlı bulunan bir kimseye 'o şeyin kölesi' adını vermiştir. Oysa Allah'ın hakikî kulu Allah'tan başka her şeyden âzad olup, mutlak mânâda hür olan kimsedir. Bu hürriyet ilerlediğinde kalp boşalır, orada Allah'ın kulluğu yerleşir.
Dolayısıyla Allah ve Allah'ın sevgisiyle bu hürriyet onu meşgul eder. Onun zahiri ve bâtını Allah'ın ibadetine bağlanır. Allah'tan başka bir maksadı olmaz. Sonra daha yüce bir makama varmak üzere bu makamı geçer. Bu ikinci makama hürriyet denir. Bu, şu demektir: Allah için olan iradesinde de âzad olmasıdır. Bu kimse Allah'ın kendisine irade ettiği yakınlık veya uzaklığa kanaat eder. Böylece iradesi Allah'ın iradesinin içinde yok olup gider. Bu kul Allah'ın gayrisinin kaydından âzad olmuş ve hürriyete kavuşmuş bir kuldur. Sonra nefsinin kaydından da âzad olmuş ve hür olmuştur. Nefsini kaybetmiş, mevlâsını bulmuştur. Mevlâsı onu harekete geçirirse hareket eder, onu durdurursa durur, onu bela verirse razı olur. Kısacası; onda herhangi bir talep, iltimas ve itiraz kalmaz. Hatta o, Allah'ın huzurunda tıpkı ölü yıkayıcının önündeki cenazeye benzer. Bu ise, Allah'a olan kulluktaki sıdkın en son noktasıdır. Bu bakımdan hakîki kul varlığı nefsi için değil, mevlâsı için olan kuldur. Bu derece sıddîkların derecesidir. Allah'tan başka her şeyden âzad olmaya gelince o, sâdıkların derecesidir. O derecelerden sonra Allah'a olan kulluk tahakkuk eder. Bundan önce sahibine ne sâdık, ne de sıddîk adı verilmez. İşte sözdeki sıdk'ın mânâsı budur.
II. Niyet'in ve İrade'nin Sıdk'ı
İkinci sıdk, niyet ve irade'dir ki bu da ihlâs 'a dönüşür ve şu demektir: Kişinin hareket ve hareketsizliğinde Allah'tan başka iteleyici bir kuvvetin olmamasıdır. Eğer ona nefsin isteğinden birşey katılırsa, niyetin sıdkı bozulur. Bu takdirde bu niyetin sahibine yalancı demek caiz olur. Nitekim İhlâsın fazileti bahsinde üç kişi hakkındaki hadîste bu ifade edilmişti.
Âlim bir kişiye 'Öğrendiğinle ne gibi bir amel yaptın?' diye sorulduğunda 'Şöyle yaptım!' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Sen yalan söyledin! Sen 'filan adam âlimdir' denilsin istedin" dedi.
Dikkat edilirse, Allah Teâlâ onu yalanlayıp 'Sen işlemedin' demedi. Ona 'Sen irade ve niyetinde yalan söyledin' dedi. Sıdk (doğruluk) kasıttaki tevhid'in sıhhati demektir.
Allah münâfıkların yalancı olduklarındı şahidlik eder. (Münâfikûn/1)
Münafıklar Hz. Peygamber'e 'Muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün' dediler. Bu hüküm doğrudur. Fâkat Allah Teâlâ onları, sözleri bakımından değil, kalplerinde bulunan niyet bakımından yalandı. Yalanlama habere sirayet eder. Bu söz, hâl karinesiyle haber vermeyi tazammun eder; zira bu sözün sahibi içinden söylediğine inanır. Öyle ise hal karinesiyle kalbindeki mânâya delâlet etmekte yalan söyledi; zira o, kalbindeki niyete yalan söyledi. Diliyle söylediğinde değil. Bu bakımdan sıdk mânâlarından biri niyetin hâlis olmasıdır. Bu bakımdan her doğrunun elbette muhlis olması gerekir.
III. Azm'in Sıdk'ı
Üçüncü sıdk, azmin sıdkıdır. Muhakkak ki insan bazen azmi, amele takdim eder ve içinden şöyle der: 'Eğer Allah bana bir mal verirse hepsini veya bir kısmını O'nun yolunda sadaka veririm veya Allah yolunda bir düşmanla karşı karşıya gelirsem, perva etmeden, ölsem dahi onunla mücadele ederim. Eğer Allah bana bir yöneticilik verirse, adaletle hareket eder, bir insana meyletmek ve zulüm yapmakla Allah'a isyan etmem!'
İşte bu azmi, insan bazen kalbinde bulur. Bu doğru ve kesin bir azimettir. Bazen de insanın azminde bir kayma ve tereddüd olur. Azimetteki doğruluğa zıt düşen bir zafiyet olur. Bu bakımdan bu-radaki sıdk, tamlık ve kuvvetten ibarettir. Nitekim denilir: 'Filan adamın doğru bir şehveti vardır!' Yine denilir ki: 'Şu hastanın şehveti yalancıdır!'
Hastanın şehveti sabit ve kuvvetli bir sebepten gelmeyince veya zayıf olunca böyle denilir. Bu bakımdan bazı kere sıdk zikredilir. Ondan bu mânâ kastolunur. Sâdık ve sıddîk o kimsedir ki bütün hayırlarda azimeti tam bir kuvvete tesadüf eder ki o kuvvette ne bir kayma, ne zafiyet ve ne de bir tereddüt yoktur. Aksine hayırlar üzerinde kesin olan bir azimle cömertlik yapar.
Bu, Hz. Ömer'in (r.a) dediği gibidir: 'Eğer huzura getirilip boynum vurulsa, bu durum bence içinde Ebubekir'in bulunduğu bir cemaata baş olmamdan daha sevimlidir'.
Hz. Ömer, Hz. Ebubekir varken emîr olmamayı kendi nefsinde kesin azmi, doğru muhabbet olarak buldu. Bu azmini verdiği misalle tekid edip güçlendirdi.
Sıddîkların azimetlerdeki mertebeleri değişiktir. Bazen azimete tesadüf edip sahibi olur. Fakat o hususta ölüme razı olacak dere-ceye varmaz. Reyiyle başbaşa bırakıldığında ölüme yanaşmaz. Eğer ona ölüm hatırlatılırsa, azmini kırmaz. Sâdık ve mü'minler arasında öyleleri vardır ki eğer nefsi ile Ebubekir'in öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, kendi hayatı, Ebubekir'in hayatından daha kıymetli gelir.
IV. Azim'de Vefa
Dördüncü sıdk, azme vefa göstermektir. Nefis, bazen derhal azim ile cömertlik yapar; zirâ va'd ve azimde bir zorluk yoktur. Oradaki yük hafiftir. Bu bakımdan hakikatler tahakkuk edip, imkân husule gelip şehvetler harekete geçtikçe azimet inhilal eder. Şehvetler galebe çalar. Azmi îfa etmek güçleşir. Bu ise buradaki doğruluğa ters düşer.
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde dururlar.(Ahzab/23)
Hz. Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Amcası Enes b. Nadr (r.a) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu durum ona gayet ağır gelmiş ve şöyle demişti: 'Rasûlullah'ın ilk savaşında hazır bulunmadım, eğer Allah, Hz. Peygamber'le beraber bana bir savaş nasip ederse ne yapacağımı görecektir'. İkinci sene amcam Enes b. Nadr Uhud savaşına katıldı. Uhud'a giderken Sa'd b. Muaz (r.a) ile karşılaştı. Sa'd ona şöyle sordu:
- Ey Ebu Amr! Nereye gidiyorsun?
- Cennet kokusuna! Ben cennet kokusunu Uhud'un eteğindehissediyorum!
Böylece Enes öldürülünceye kadar savaştı. Onun cesedinde seksen küsür yara sayıldı. O yaraların kimisi ok yarasıydı, kimisi kılıç, kimisi de mızrak yarasıydı.
Kızkardeşi, Nadr'ın kızı Rabia (r.a) 'Kardeşimi ancak elbise-sinden tanıdım!' demiştir.
Bunun üzerine şu ayeti nazil oldu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular.(Ahzab/23)
Hz. Peygamber (s.a) Mus'ab b. Umeyr'in cenazesinin başında durdu. Bu zat Uhud muharebesinde şehid olarak yüzü koyun yere düşmüştü. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in sancağını taşıyan bir kimseydi. Bu manzarayı gören Hz. Peygamber şu ayeti okudu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağı yerine getirdi kimi de bek-lemektedir; sözlerini asla değiştirmemişlerdir.(Ahzab/23)
Fuddale b. Ubeyd Hz. Ömer'in şöyle dediğini naklediyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Şehidler dört gruptur: Mü'min bir kişi ki imanı çok güzel, düşman ile karşılaşmış! Allah'a verdiği sözde ölünceye kadar sıdk göstermiştir. İşte o, öyle bir şehiddir ki kıyamet gününde, insanlar ona gözlerini şu şekilde dikeceklerdir!
Sonra sarığı başından düşecek derecede başını kaldırıp göklere baktı, (Ravi der ki): 'Fakat Hz. Ömer'in sarığının mı yoksa Hz. Peygamber'in sarığının mı düştüğünü bilmiyorum'.Bir kişi ki imam güzel, düşmanla karşı karşıya geldiğinde, sanki onun yüzüne muz dikeniyle vurulmuştur. Ona serseri bir ok gelir, onu öldürür. Bu kimse ikinci derecededir.
Bir mü'min kişi ki salih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış. Düşman ile karşılaştığında, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat gösterir. Bu ise üçüncü derecededir.
Bir kişi ki israf etmiş, düşman ile karşı karşıya gelmiş, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat göstermiştir. Bu kimse dördüncü derecededir.53
Mücâhid şöyle demiştir: "İki kişi, kötürümlerin yanında 'Eğer Allah bize mal verirse muhakkak sadaka vereceğiz!' dediler. Allah Teâlâ kendilerine mal verdiğinde ise cimrilik yaptılar. Bunun üze-rine şu ayet-i kerime nâzil oldu:
Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız!' diye Allah'a and içtiler.(Tevbe/75)
Müfessirlerden bazıları, 'Ayette bahsi geçen söz, onların içlerinden geçirdikleri niyetleri olup konuşmaları değildir' demişlerdir.
Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız' diye Allah'a and içtiler. Ne zaman ki Allah, lütfundan onlara verdi; O'n(un verdiğin)e cimrilik ettiler, yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler. Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine ikiyüzlülük sokmuştur. Bilmediler mi ki Allah onların gizli konuşmalarını ve sırlarını bilir ve Allah gizlileri bilendir.(Tevbe/75-77)
Görüldüğü gibi Allah Teâlâ bu ayette azmi, ahid (söz); ona mu-halefeti yalan ve bu konuda sözü yerine getirmeyi de sıdk olarak nitelendirmiştir. Bu sıdk, üçüncü sıdktan daha kuvvetlidir; zira nefis bazen azimle cömertlik yapar. Sonra kendisine zor geldiğinden dolayı yerine getirmesi gerektiği anda vazgeçer. Varlık ve sebeplerin husulü anında arzusundan cayar.
Hz. Ömer (r.a) istisna yaparak şöyle demiştir: 'Boynumun vurulması, benim için, içlerinde Ebubekir'in bulunduğu bir kavmin başında yönetici olmaktan daha hoştur. Yârab! Nefsimin ölüm anında bana şu anda bulamadığım birşeyi hatırlatmasından dolayı beni muaheze etme! Çünkü ben, bu hareketin ağır gelmesinden ötürü nefsin azminden caymayacağından emin değilim!'
Hz. Ömer bu sözüyle, azmi yerine getirmenin zorluğuna işaret etmiştir.
Ebu Said Ahmed b. İsa el-Harrâz şöyle anlatıyor: "Bir gece rüyamda iki melek, gökten inip bana 'Sıdk nedir?' diye sordular. 'Sözü yerine getirmektir!' cevabını verdiğimde de 'Doğru söyledin!' diyerek tekrar göklere çıktılar".
V. Amelin Sıdkı
Beşinci sıdk, amellerdeki sıdktır! Kişinin, zâhirî (dış) hareketlerinin, bâtınında (içinde) bulunmayan birşeye delâlet etmemesi için var kuvvetiyle çalışmasıdır. Yoksa amelleri terketmesi demek değildir. Fakat bu ancak bâtının zâhirle doğrulanmasıyla olur: Bu ise, daha önce söylediğimiz riyanın terkine muhaliftir; zira riyakâr kimse riyaya kasteden kimsedir. Nice kimse vardır ki gösteriş gayesi olmaksızın, namazında huşû ile durmaktadır; ama kalbi namazdan gafildir. Dışarıdan bakan kimse onun Allah'ın huzu-runda durduğunu zanneder. Oysa o bâtını ile çarşıda, şehvetlerinin herhangi birinin huzurunda durmaktadır. İşte bunlar, hal lisanıyla bâtının yalancılığını izah ederler. Oysa böyle bir kimse amellerinde sıdktan sorumludur. Aynı şekilde kişi, bazen sükûn ve vekar içerisinde yürür. Oysa içi böyle değildir. Her ne kadar halka iltifat etmez, onlara amelini göstermek istemez ise de bu kimse amelinde sâdık değildir. Kişi bu hastalıktan, ancak içiyle dışının bir olmasıyla kurtulabilir. Şöyle ki: İçi, dışı gibi veya ondan daha hayırlı olmalıdır.
Bunun korkusundan, bazı kimseler zâhirî sebebiyle hayırlı olduğunun sanılmaması ve dolayısıyla zâhirinin iç âlemine delâlet edişinde yalancı olmaması için dış görünüş itibariylekarışıklığı tercih etmiştir. Zâhirin bâtına muhalefeti, kasdî ise buna riya adı verilir. Bununla ihlâs elden kaçar. Şayet kasdî değilse sadece sıdk elden kaçar. Bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! İç âlemimi dış âlemimden daha hayırlı kıl. Dış âlemimi salih kıl!54
Yezid b. Hâris şöyle demiştir: 'İçi ile dışı bir olan kul, âdil ve normaldir. İçin dıştan üstün olması fazilet; dışın içten üstün olması ise zulümdür.
Bu hususta şöyle bir şiir vardır:
İçi dışı bir olan mü'min, dünya ve ahirette aziz olmuş ve övülmeyi hak etmiştir.
Dışı içine muhalif olan mü'mininse, çalışmalarında, yorgunluk ve meşakkatten başka bir fazileti yoktur.
Pazarda ancak gerçek para geçer. Kalp parayı ise hiç kimse istemez.
Atiyye b. Abdülgafûr55 şöyle demiştir "Allah Teâlâ içi ile dışı uygun olan mü'min ile, meleklere karşı iftihar ederek 'İşte şu, benim hakîki kulumdur!' buyurur".
Muaviye b. Kurre b. İyas el-Müzenî56 şöyle demiştir: 'Kim bana geceleri ağlayıp, gündüzleri güler yüzlü olan birini gösterebilir?'
Abdülvahid b. Zeyd 'Hasan, emrolunduğu şeyleri herkesten daha iyi yapar; kendisine yasak edilen şeylerden de herkesten daha fazla kaçınırdı. İçi dışına, onunkinden daha fazla benzeyen kimse görmedim'.
Ebu Abdurrahman ez-Zâhid 'Yârab! İnsanlarla aramızda geçen işlerde emniyetle, ikimiz arasındaki amellerimde ise hiyanetle muamele ettim' der ve ağlardı.
Ebu Yakub Nehrecurî57 şöyle demiştir: 'Sıdk, dışta ve içte, hakkın uygunluğudur! Öyleyse içle dış'ın bir olması sıdkın çeşitlerindendir.'
VI. Dinî Mertebelerde Sıdk
Altıncı sıdk ki bu derecelerin en yücesidir Korku, Ümit, Ta'zîm, Zühd, Rıza, Tevekkül, Sevgi ve benzerlerindeki sıdk gibi din makamlarıyla ilgili sıdktır.
Muhakkak ki bunların her birinin başlangıçları vardır. Bu başlangıçların meydana gelmesiyle bunlara sıdk adı verilir. Sonra yine her birinin gaye ve hakikatleri vardır. Bunların hakikatlerine hak sahibi sâdık kimseler ermiştir. Bir şey galebe çalıp hakîkati tamamlandığında sahibine sâdık denir. Nitekim 'Filan adam çarpışmasında sâdıktır!' ve 'Bu, doğru sâdık bir korkudur! Şu şehvet, sâdık şehvettir!' denilir.
Mü'minler onlardır ki Allah'a ve Rasûlü'ne inandılar, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman sözlerinde) sâdık olanlar onlardır.(Hucurât/15)
Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı ve zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır.(Bakara/177)
Ebu Zer'e iman sorulduğunda bu ayeti okumuştur. Kendisine 'Biz senden imanı sorduk?' denildiğinde de 'Kendisine imanı sorduğumda Hz.Peygamber de bu ayeti okudu!' karşılığını vermiştir.
Burada, korku için bir misal verelim: Allah'a ve son güne iman eden hiçbir bir kul yoktur ki Allah'tan korkmasın ve kendisine korku (korkan) ismi verilmesin! Fakat bu korku sâdık bir korku değildir; yani hakîkat derecesine varmamıştır. Çünkü görmez misin ki sultandan veya yolculuk sırasında haydutlardan korktuğunda beti benzi nasıl uçar! Azaları nasıl tir tir titrer. Yaşantısı nasıl alt üst olur. Yemesi, uyuması nasıl düzensizleşir! Aklı fikri, aile efradı ve çocukları kendisinden yararlanamayacak şekilde nasıl darmadağın olur. Öyle ki vatanından kaçar. Alıştığı şeyler kendisine yabancı gelir; rahatı, yorgunluk ve meşakkate dönüşür. Çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bütün bunlar tehlikeyi sezme korkusundan ileri gelir. Sonra bu kişi ateşten korktuğunu iddia eder. Oysa, herhangi bir günah işlediğinde kendisinde bunlardan hiçbiri görülmez.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Ateş (cehennem) gibi kendisinden kaçanların, cennet gibi de kendisini isteyenlerin uyuduğu birşey görmedim.58
Bu konuların incelenmesi cidden zordur. Bu makamların sonu yoktur ki tamamına varılsın! Fakat her kul için bunda durumuna uygun zayıf ya da kuvvetli bir pay vardır. Kuvvetli olunduğunda sâdık diye adlandırılır. Bu bakımdan Allah'ın marifet ve tâzîminin ve O'ndan korkmanın sonu yoktur.
Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil'e şöyle dedi:
- Seni asıl suretinde görmek isterim.
- Buna gücün yetmez!
- Hayır, bana kendini göster!
Bunun üzerine, Cebrâil (a.s) mehtaplı bir gecede Bakî'de görünmek üzere söz verdi. Cebrâil, asıl sûretinde göründüğünde Hz. Peygamber, onun, göklerin etrafını kapatmış (bütün semayı doldurmuş)olduğunu gördü.Bunun üzerine bayılarak düştü.
Ayıldığında Cebrâil eski suretine dönmüştü. Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
- Allah'ın böyle bir mahlûku olacağını zannetmezdim.
- Peki İsrafil'i görseydin ne yapardın? Arş onun omuzlarındadır; iki ayağı ise yerin en alt tabakasına dalmıştır. Ama bu heybetine rağmen o, Allah'ın azameti karşısında küçücük kuş gibikalır.
İsrafil'i nasıl bir azamet ve heybet sarmıştır ki bu duruma düşmüştür. Oysa diğer melekler, marifette değişik olduklarından dolayı böyle değildirler. İşte tâzîmdeki sıdk budur!
Câbir'in (r.a) rivâyet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu-yurmuştur:
İsrâ gecesinde mele-i a'lâ'dan, Cebrâil yanımda olduğu halde, Allah'ın korkusundan, devenin sırtına vurulan çul gibi geçtim.59
Ashab-ı kirâm da böyle korkarlardı. Fakat onların korkusu Hz. Peygamber'in korkusu derecesine varmamıştır. İbn Ömer (r.a) 'Kul, bütün insanların Allah'ın dininde kusurlu olduklarını görmedikçe imanın hakikatine eremez' demiştir.
Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: 'Halktan hiç kimse yoktur ki Allah ile arasındaki amellerinde kusurlu olmasın! Ancak bazılarının kusuru bazıların diğerlerinkinden daha ehven olur. (Peygamberler bu hükmün dışındadır).
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah'a nisbeten ve O'nun azametine kiyasen, bütün insanları develer gibi görmedikçe hiçbir kul imanın hakîkatine varamaz. Sonra bu kul kendi nefsini hakîrin en hakîri ola-rak görür.60
Öyleyse bütün bu makamlarda sıdka erişilmesi çok nadirdir.
Sonra sıdk dereceleri sonsuzdur.Sıdk, bazı durumlarda kul içinolur; bazılarında ise olmaz. Eğer kul hepsinde doğru ise, hakîki sıddîk olur.
Sa'd b. Muaz şöyle demiştir: 'Üç haslet vardır ki ben bunlarda kuvvetli, başkalarında zayıfımdır:
1. Müslüman olduktan sonra; bitirinceye kadar kıldığım hiç bir namazda nefsimle konuşmadım.
2. Herhangi bir cenazeyi teşyî ederken, defin işi bitinceye kadar,
ölünün söylediklerinin ve onun hakkında söylenilenlerin dışında
nefsimle konuşmadım.
3. Hz. Peygamber'den bir söz işittiğimde onun hak olduğunu
tereddütsüz tasdik ettim'.
Bu sözü rivayet eden Said b. Müseyyeb 'Zannetmiyorum ki bu hasletler, Hz. Peygamber'den (s.a) başka bir kimsede bir araya gelmiş olsun' demiştir.
İşte bu da bu amellerdeki sıdktır. Ashabın büyüklerinden niceleri, namaz kılmış, cenazeler teşyî etmiş; fakat bu dereceye erişememiştir.
Bütün bunlar sıdk'ın derece ve mânâlarıdır. Şeylerin sıdk'ın hakîkati hakkındaki sözleri, çoğu kez ancak bu mânâların bir kısmını kapsar.
Ebu Bekir el-Verrak61 şöyle demiştir: 'Sıdk üç çeşittir: Tevhidin, ibadetin ve marifetin sıdkı!'
Tevhid'in sıdkı bütün mü'minler içindir.
Allah'a ve elçilerine inananlar (yok mu) işte rableri yanında onlar, sıddîklar ve şehidlerdir.(Hadîd/19)
İbadet'in sıdkı ilim ve takvâ sahipleri içindir. Marifet'in sıdkı ise yeryüzünün kazıkları (direkleri) olan velayet ehli içindir. Bütün bunlar, altıncı sıdk'ta zikrettiğimiz mihver üzerinde dönüp dolaşır. Fakat bu, içerisinde sıdk bulunmayan kısımların zıddıdır ve bütün kısımları kapsamaz.
Câfer-i Sâdık şöyle demiştir: 'Sıdk, mücâhededir! Başkalarını, kendi nefsine tercih etmediğin gibi Allah üzerine de başkasını tercih etmemendir!'
O sizi seçti. (Hacc/78) Rivayete göre Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya şöyle vahy etmiştir:
Ben bir kulumu sevdiğimde, onu dağların bile dayanamayacağı öyle belalara mübtelâ kılarım ki dağlar o belalara tahammül etmez. Bunu da onun sıdkını denemek için yaparım. Eğer sabırlı görürsem kendisini dost edinirim. Onu nemelazımcı ve beni mahluklarıma şikayet edici olarak görürsem perva etmeksizin mahvederim. O halde sıdk'ın alâmetlerinden biri de bütün musibet ve taatları gizlemek; halkın bunları öğrenmesinden hoşlanmamaktır.
Niyet, İhlâs ve Sıdk bölümü Allah'ın yardımıyla burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından Allah'ın izniyle Kitab'ul-Murâkabe ve'l-Muhasebe adlı bölüm gelecektir.
Hamd Allah'a mahsustur!
50) Müslim, Buhârî
51) Müslim, Buhârî
52) Buhârî, İbn Mâce ve Beyhakî
53) Tirmizî, (hasen olarak)
54) Tirmizî
55) Nüshalarda böyle ise de doğrusu Ukbe b. Abdülgafûr'dur. Künyesi Ebu Nehar'il-Evdi el-Avzî olup. Basralıdır. H. 183'de vefat etmiştir.
56) 76 yaşında ve H. 113'de vefat etmiştir
57) Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbetinde bulunmuştur. Mekke'de mücavir iken H. 320'de vefat etmiştir.
58) Daha önce geçmişti.
59) Beyhâkî
60) Irâkî, merfû bir hadîste aslına rastlamadığını söylemektedir.
61) Tirmizlidir. Sonraları Belh'e gitmiştir. Riyaziyât ve Muamelât konu-larında kitaplar yazmıştır
I. Dilin Sıdk'ı
İlk sıdk, dilin sıdkıdır. Bu ise ancak haberlerde veya haberleri tazammun eden ve haberlere dikkati çeken hususlarda olur. Haber de ya geçmiş veya gelecekle alâkalıdır. Bunun içine, va'dini îfa etmek veya va'dine muhalif hareket etmek de girer. Her kulun haberlerin lâfızlarını koruması gerektir. Kul sadece doğru ile konuşmalıdır. Bu ise sıdkın çeşitlerinden en meşhuru ve en belirginidir. Bu bakımdan dilini, bir şeyi olduğundan hilafına söylemekten koruyan bir kimse sâdıktır. Fakat bu sıdkın iki kemâli vardır.
A) Birincisi târizlerden sakınmaktır. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Târizlerde yalandan kaçınmaya yol vardır'. Bunun sebebi târizlerin yalanın yerine geçmesidir; zira yalanın mahzurlu olması, bir şeyi olduğu gibi değil, onun hilafına anlatmaktır. Ancak bazı hallerde yalana ihtiyaç hissedilir ve maslahat onu iktiza eder. Çocukların, kadınların ve benzerlerinin edeplendirilmesinde de bazen yalana ihtiyaç duyulur. Zâlimlerden sakındırmak için, savaşta da maslahat için yalana ihtiyaç duyulabilir. Düşmanların memleketin sırlarına vâkıf olmaması için maslahat yalan söylemeyi gerektirir. Bu bakımdan bunlardan birine mecbur olan bir kimsenin buradaki sıdkı Allah için konuşmasıdır. Hakkın ona emrettiği ve dinin istediği hususta konuşmalıdır. Öyleyse böyle konuştuğunda doğru olur. Her ne kadar konuşması muhatabına hakîkatin hilafını anlatsa bile; zira sıdk, zatı için istenilmemiştir. Hakka delâlet etmesi ve hakka çağırması için istenilmiştir. Bu bakımdan sıdkın sûretine değil, mânâsına bakılır.
Evet! Böyle bir yerde, yol buldukça târizlere kaymak uygundur. Hz. Peygamber (s.a) sefere çıktığında gideceği yere değil, başka bir yere doğru giderek esas amacını gizlerdi.50
Bunun sebebi haberin, düşmanlara varmasını ve dolayısıyla da hazırlık yapmalarını engellemekti. Bu hareketin yalanla bir ilgisi yoktur.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
İki kişinin arasını bulmak için yalan söyleyen, yalancı değildir!51
Şu üç kişiye maslahata göre yalan söyleme ruhsatı verilmiştir:
1. İki kişinin arasını bulan kimseye,
2. İki karısı bulunan bir kimseye,
3. Savaşta olan kimseye.
Buradaki sıdk niyet'e dönüşür. Bu bakımdan burada niyetin sıdkı ve hayrın iradesi gözetilir. O halde, kişinin maksadı doğru olup niyeti sabit ise, iradesi sadece hayır için tecerrüd etmiş ise, kişi sâdık ve sıddîk olur. Konuşması nasıl olursa olsun farketmez. Sonra burada târiz daha iyidir.
Târizin yolu, bazılarından hikâye edilen şu şekildir: Zâlimlerden biri, seleften bir zâtı arıyordu. O da evindeydi. Hanımına 'Parmağınla bir daire çiz! Parmağını dairenin üzerine koy ve 'O burada değildir de'dedi.
Bunu yapmakla yalandan korundu. Zâlimi nefsinden defetti. Bu bakımdan onun sözü doğru idi. Zâlime de evde olmadığını anlattı.
Demek ki lâfızda birinci kemâl; açık lâfızdan ve târizlerden sakınmaktır. Ancak zaruret anında durum değişir.
B) İkinci kemâl; kendileriyle rabbine münâcat ettiği lâfızlarda sıdkın mânâsını gözetmesidir. Şu sözü gibi: 'Yeri ve gökleri yara-tan Allah için yüzümü yönelttim!'
Eğer kişinin kalbi Allah'tan dönük, dünyanın istek ve şehvetleriyle meşgul bulunuyorsa, bu sözde yalancıdır. 'Ancak sana ibadet ediyoruz'! ve 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözleri de ikinci kemâlin misalidir.
Kişi kulluğun hakîkatiyle sıfatlı bulunmadığı ve Allah'tan başka bir hedefi olduğu halde bunu söylerse, konuşması doğru olmaz. Eğer 'Ben Allah'ın kuluyum!' sözünden kıyamet gününde, sıdktan dolayı mesul tutulursa, bunun tahkikinden aciz olur; zira eğer kişi dünyanın, nefsinin ve heveslerinin kölesi ise, bu sözünde doğru olmaz. Çünkü kişi bağlı olduğu şeyin kuludur. Nitekim İsa (a.s) 'Ey dünyanın kulları!' demiştir....
Efendimiz Hz. Muhammed ise 'Dinarın kulu helâk oldu! Dirhemin kulu helâk oldu! Süsün ve yemeğin kulu helâk oldu!' buyurmuştur.52
Dikkat edilirse kalbi bir şeye bağlı bulunan bir kimseye 'o şeyin kölesi' adını vermiştir. Oysa Allah'ın hakikî kulu Allah'tan başka her şeyden âzad olup, mutlak mânâda hür olan kimsedir. Bu hürriyet ilerlediğinde kalp boşalır, orada Allah'ın kulluğu yerleşir.
Dolayısıyla Allah ve Allah'ın sevgisiyle bu hürriyet onu meşgul eder. Onun zahiri ve bâtını Allah'ın ibadetine bağlanır. Allah'tan başka bir maksadı olmaz. Sonra daha yüce bir makama varmak üzere bu makamı geçer. Bu ikinci makama hürriyet denir. Bu, şu demektir: Allah için olan iradesinde de âzad olmasıdır. Bu kimse Allah'ın kendisine irade ettiği yakınlık veya uzaklığa kanaat eder. Böylece iradesi Allah'ın iradesinin içinde yok olup gider. Bu kul Allah'ın gayrisinin kaydından âzad olmuş ve hürriyete kavuşmuş bir kuldur. Sonra nefsinin kaydından da âzad olmuş ve hür olmuştur. Nefsini kaybetmiş, mevlâsını bulmuştur. Mevlâsı onu harekete geçirirse hareket eder, onu durdurursa durur, onu bela verirse razı olur. Kısacası; onda herhangi bir talep, iltimas ve itiraz kalmaz. Hatta o, Allah'ın huzurunda tıpkı ölü yıkayıcının önündeki cenazeye benzer. Bu ise, Allah'a olan kulluktaki sıdkın en son noktasıdır. Bu bakımdan hakîki kul varlığı nefsi için değil, mevlâsı için olan kuldur. Bu derece sıddîkların derecesidir. Allah'tan başka her şeyden âzad olmaya gelince o, sâdıkların derecesidir. O derecelerden sonra Allah'a olan kulluk tahakkuk eder. Bundan önce sahibine ne sâdık, ne de sıddîk adı verilmez. İşte sözdeki sıdk'ın mânâsı budur.
II. Niyet'in ve İrade'nin Sıdk'ı
İkinci sıdk, niyet ve irade'dir ki bu da ihlâs 'a dönüşür ve şu demektir: Kişinin hareket ve hareketsizliğinde Allah'tan başka iteleyici bir kuvvetin olmamasıdır. Eğer ona nefsin isteğinden birşey katılırsa, niyetin sıdkı bozulur. Bu takdirde bu niyetin sahibine yalancı demek caiz olur. Nitekim İhlâsın fazileti bahsinde üç kişi hakkındaki hadîste bu ifade edilmişti.
Âlim bir kişiye 'Öğrendiğinle ne gibi bir amel yaptın?' diye sorulduğunda 'Şöyle yaptım!' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Sen yalan söyledin! Sen 'filan adam âlimdir' denilsin istedin" dedi.
Dikkat edilirse, Allah Teâlâ onu yalanlayıp 'Sen işlemedin' demedi. Ona 'Sen irade ve niyetinde yalan söyledin' dedi. Sıdk (doğruluk) kasıttaki tevhid'in sıhhati demektir.
Allah münâfıkların yalancı olduklarındı şahidlik eder. (Münâfikûn/1)
Münafıklar Hz. Peygamber'e 'Muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün' dediler. Bu hüküm doğrudur. Fâkat Allah Teâlâ onları, sözleri bakımından değil, kalplerinde bulunan niyet bakımından yalandı. Yalanlama habere sirayet eder. Bu söz, hâl karinesiyle haber vermeyi tazammun eder; zira bu sözün sahibi içinden söylediğine inanır. Öyle ise hal karinesiyle kalbindeki mânâya delâlet etmekte yalan söyledi; zira o, kalbindeki niyete yalan söyledi. Diliyle söylediğinde değil. Bu bakımdan sıdk mânâlarından biri niyetin hâlis olmasıdır. Bu bakımdan her doğrunun elbette muhlis olması gerekir.
III. Azm'in Sıdk'ı
Üçüncü sıdk, azmin sıdkıdır. Muhakkak ki insan bazen azmi, amele takdim eder ve içinden şöyle der: 'Eğer Allah bana bir mal verirse hepsini veya bir kısmını O'nun yolunda sadaka veririm veya Allah yolunda bir düşmanla karşı karşıya gelirsem, perva etmeden, ölsem dahi onunla mücadele ederim. Eğer Allah bana bir yöneticilik verirse, adaletle hareket eder, bir insana meyletmek ve zulüm yapmakla Allah'a isyan etmem!'
İşte bu azmi, insan bazen kalbinde bulur. Bu doğru ve kesin bir azimettir. Bazen de insanın azminde bir kayma ve tereddüd olur. Azimetteki doğruluğa zıt düşen bir zafiyet olur. Bu bakımdan bu-radaki sıdk, tamlık ve kuvvetten ibarettir. Nitekim denilir: 'Filan adamın doğru bir şehveti vardır!' Yine denilir ki: 'Şu hastanın şehveti yalancıdır!'
Hastanın şehveti sabit ve kuvvetli bir sebepten gelmeyince veya zayıf olunca böyle denilir. Bu bakımdan bazı kere sıdk zikredilir. Ondan bu mânâ kastolunur. Sâdık ve sıddîk o kimsedir ki bütün hayırlarda azimeti tam bir kuvvete tesadüf eder ki o kuvvette ne bir kayma, ne zafiyet ve ne de bir tereddüt yoktur. Aksine hayırlar üzerinde kesin olan bir azimle cömertlik yapar.
Bu, Hz. Ömer'in (r.a) dediği gibidir: 'Eğer huzura getirilip boynum vurulsa, bu durum bence içinde Ebubekir'in bulunduğu bir cemaata baş olmamdan daha sevimlidir'.
Hz. Ömer, Hz. Ebubekir varken emîr olmamayı kendi nefsinde kesin azmi, doğru muhabbet olarak buldu. Bu azmini verdiği misalle tekid edip güçlendirdi.
Sıddîkların azimetlerdeki mertebeleri değişiktir. Bazen azimete tesadüf edip sahibi olur. Fakat o hususta ölüme razı olacak dere-ceye varmaz. Reyiyle başbaşa bırakıldığında ölüme yanaşmaz. Eğer ona ölüm hatırlatılırsa, azmini kırmaz. Sâdık ve mü'minler arasında öyleleri vardır ki eğer nefsi ile Ebubekir'in öldürülmesi arasında muhayyer bırakılsa, kendi hayatı, Ebubekir'in hayatından daha kıymetli gelir.
IV. Azim'de Vefa
Dördüncü sıdk, azme vefa göstermektir. Nefis, bazen derhal azim ile cömertlik yapar; zirâ va'd ve azimde bir zorluk yoktur. Oradaki yük hafiftir. Bu bakımdan hakikatler tahakkuk edip, imkân husule gelip şehvetler harekete geçtikçe azimet inhilal eder. Şehvetler galebe çalar. Azmi îfa etmek güçleşir. Bu ise buradaki doğruluğa ters düşer.
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde dururlar.(Ahzab/23)
Hz. Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Amcası Enes b. Nadr (r.a) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu durum ona gayet ağır gelmiş ve şöyle demişti: 'Rasûlullah'ın ilk savaşında hazır bulunmadım, eğer Allah, Hz. Peygamber'le beraber bana bir savaş nasip ederse ne yapacağımı görecektir'. İkinci sene amcam Enes b. Nadr Uhud savaşına katıldı. Uhud'a giderken Sa'd b. Muaz (r.a) ile karşılaştı. Sa'd ona şöyle sordu:
- Ey Ebu Amr! Nereye gidiyorsun?
- Cennet kokusuna! Ben cennet kokusunu Uhud'un eteğindehissediyorum!
Böylece Enes öldürülünceye kadar savaştı. Onun cesedinde seksen küsür yara sayıldı. O yaraların kimisi ok yarasıydı, kimisi kılıç, kimisi de mızrak yarasıydı.
Kızkardeşi, Nadr'ın kızı Rabia (r.a) 'Kardeşimi ancak elbise-sinden tanıdım!' demiştir.
Bunun üzerine şu ayeti nazil oldu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular.(Ahzab/23)
Hz. Peygamber (s.a) Mus'ab b. Umeyr'in cenazesinin başında durdu. Bu zat Uhud muharebesinde şehid olarak yüzü koyun yere düşmüştü. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in sancağını taşıyan bir kimseydi. Bu manzarayı gören Hz. Peygamber şu ayeti okudu:
Mü'minlerden öyle erkekler var ki Allah'a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağı yerine getirdi kimi de bek-lemektedir; sözlerini asla değiştirmemişlerdir.(Ahzab/23)
Fuddale b. Ubeyd Hz. Ömer'in şöyle dediğini naklediyor: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Şehidler dört gruptur: Mü'min bir kişi ki imanı çok güzel, düşman ile karşılaşmış! Allah'a verdiği sözde ölünceye kadar sıdk göstermiştir. İşte o, öyle bir şehiddir ki kıyamet gününde, insanlar ona gözlerini şu şekilde dikeceklerdir!
Sonra sarığı başından düşecek derecede başını kaldırıp göklere baktı, (Ravi der ki): 'Fakat Hz. Ömer'in sarığının mı yoksa Hz. Peygamber'in sarığının mı düştüğünü bilmiyorum'.Bir kişi ki imam güzel, düşmanla karşı karşıya geldiğinde, sanki onun yüzüne muz dikeniyle vurulmuştur. Ona serseri bir ok gelir, onu öldürür. Bu kimse ikinci derecededir.
Bir mü'min kişi ki salih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış. Düşman ile karşılaştığında, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat gösterir. Bu ise üçüncü derecededir.
Bir kişi ki israf etmiş, düşman ile karşı karşıya gelmiş, öldürülünceye kadar Allah'a sadakat göstermiştir. Bu kimse dördüncü derecededir.53
Mücâhid şöyle demiştir: "İki kişi, kötürümlerin yanında 'Eğer Allah bize mal verirse muhakkak sadaka vereceğiz!' dediler. Allah Teâlâ kendilerine mal verdiğinde ise cimrilik yaptılar. Bunun üze-rine şu ayet-i kerime nâzil oldu:
Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız!' diye Allah'a and içtiler.(Tevbe/75)
Müfessirlerden bazıları, 'Ayette bahsi geçen söz, onların içlerinden geçirdikleri niyetleri olup konuşmaları değildir' demişlerdir.
Onlardan kimi de 'Eğer Allah lütfundan bize verirse sadaka vereceğiz ve salihlerden (faydalı insanlardan) olacağız' diye Allah'a and içtiler. Ne zaman ki Allah, lütfundan onlara verdi; O'n(un verdiğin)e cimrilik ettiler, yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler. Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine ikiyüzlülük sokmuştur. Bilmediler mi ki Allah onların gizli konuşmalarını ve sırlarını bilir ve Allah gizlileri bilendir.(Tevbe/75-77)
Görüldüğü gibi Allah Teâlâ bu ayette azmi, ahid (söz); ona mu-halefeti yalan ve bu konuda sözü yerine getirmeyi de sıdk olarak nitelendirmiştir. Bu sıdk, üçüncü sıdktan daha kuvvetlidir; zira nefis bazen azimle cömertlik yapar. Sonra kendisine zor geldiğinden dolayı yerine getirmesi gerektiği anda vazgeçer. Varlık ve sebeplerin husulü anında arzusundan cayar.
Hz. Ömer (r.a) istisna yaparak şöyle demiştir: 'Boynumun vurulması, benim için, içlerinde Ebubekir'in bulunduğu bir kavmin başında yönetici olmaktan daha hoştur. Yârab! Nefsimin ölüm anında bana şu anda bulamadığım birşeyi hatırlatmasından dolayı beni muaheze etme! Çünkü ben, bu hareketin ağır gelmesinden ötürü nefsin azminden caymayacağından emin değilim!'
Hz. Ömer bu sözüyle, azmi yerine getirmenin zorluğuna işaret etmiştir.
Ebu Said Ahmed b. İsa el-Harrâz şöyle anlatıyor: "Bir gece rüyamda iki melek, gökten inip bana 'Sıdk nedir?' diye sordular. 'Sözü yerine getirmektir!' cevabını verdiğimde de 'Doğru söyledin!' diyerek tekrar göklere çıktılar".
V. Amelin Sıdkı
Beşinci sıdk, amellerdeki sıdktır! Kişinin, zâhirî (dış) hareketlerinin, bâtınında (içinde) bulunmayan birşeye delâlet etmemesi için var kuvvetiyle çalışmasıdır. Yoksa amelleri terketmesi demek değildir. Fakat bu ancak bâtının zâhirle doğrulanmasıyla olur: Bu ise, daha önce söylediğimiz riyanın terkine muhaliftir; zira riyakâr kimse riyaya kasteden kimsedir. Nice kimse vardır ki gösteriş gayesi olmaksızın, namazında huşû ile durmaktadır; ama kalbi namazdan gafildir. Dışarıdan bakan kimse onun Allah'ın huzu-runda durduğunu zanneder. Oysa o bâtını ile çarşıda, şehvetlerinin herhangi birinin huzurunda durmaktadır. İşte bunlar, hal lisanıyla bâtının yalancılığını izah ederler. Oysa böyle bir kimse amellerinde sıdktan sorumludur. Aynı şekilde kişi, bazen sükûn ve vekar içerisinde yürür. Oysa içi böyle değildir. Her ne kadar halka iltifat etmez, onlara amelini göstermek istemez ise de bu kimse amelinde sâdık değildir. Kişi bu hastalıktan, ancak içiyle dışının bir olmasıyla kurtulabilir. Şöyle ki: İçi, dışı gibi veya ondan daha hayırlı olmalıdır.
Bunun korkusundan, bazı kimseler zâhirî sebebiyle hayırlı olduğunun sanılmaması ve dolayısıyla zâhirinin iç âlemine delâlet edişinde yalancı olmaması için dış görünüş itibariylekarışıklığı tercih etmiştir. Zâhirin bâtına muhalefeti, kasdî ise buna riya adı verilir. Bununla ihlâs elden kaçar. Şayet kasdî değilse sadece sıdk elden kaçar. Bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! İç âlemimi dış âlemimden daha hayırlı kıl. Dış âlemimi salih kıl!54
Yezid b. Hâris şöyle demiştir: 'İçi ile dışı bir olan kul, âdil ve normaldir. İçin dıştan üstün olması fazilet; dışın içten üstün olması ise zulümdür.
Bu hususta şöyle bir şiir vardır:
İçi dışı bir olan mü'min, dünya ve ahirette aziz olmuş ve övülmeyi hak etmiştir.
Dışı içine muhalif olan mü'mininse, çalışmalarında, yorgunluk ve meşakkatten başka bir fazileti yoktur.
Pazarda ancak gerçek para geçer. Kalp parayı ise hiç kimse istemez.
Atiyye b. Abdülgafûr55 şöyle demiştir "Allah Teâlâ içi ile dışı uygun olan mü'min ile, meleklere karşı iftihar ederek 'İşte şu, benim hakîki kulumdur!' buyurur".
Muaviye b. Kurre b. İyas el-Müzenî56 şöyle demiştir: 'Kim bana geceleri ağlayıp, gündüzleri güler yüzlü olan birini gösterebilir?'
Abdülvahid b. Zeyd 'Hasan, emrolunduğu şeyleri herkesten daha iyi yapar; kendisine yasak edilen şeylerden de herkesten daha fazla kaçınırdı. İçi dışına, onunkinden daha fazla benzeyen kimse görmedim'.
Ebu Abdurrahman ez-Zâhid 'Yârab! İnsanlarla aramızda geçen işlerde emniyetle, ikimiz arasındaki amellerimde ise hiyanetle muamele ettim' der ve ağlardı.
Ebu Yakub Nehrecurî57 şöyle demiştir: 'Sıdk, dışta ve içte, hakkın uygunluğudur! Öyleyse içle dış'ın bir olması sıdkın çeşitlerindendir.'
VI. Dinî Mertebelerde Sıdk
Altıncı sıdk ki bu derecelerin en yücesidir Korku, Ümit, Ta'zîm, Zühd, Rıza, Tevekkül, Sevgi ve benzerlerindeki sıdk gibi din makamlarıyla ilgili sıdktır.
Muhakkak ki bunların her birinin başlangıçları vardır. Bu başlangıçların meydana gelmesiyle bunlara sıdk adı verilir. Sonra yine her birinin gaye ve hakikatleri vardır. Bunların hakikatlerine hak sahibi sâdık kimseler ermiştir. Bir şey galebe çalıp hakîkati tamamlandığında sahibine sâdık denir. Nitekim 'Filan adam çarpışmasında sâdıktır!' ve 'Bu, doğru sâdık bir korkudur! Şu şehvet, sâdık şehvettir!' denilir.
Mü'minler onlardır ki Allah'a ve Rasûlü'ne inandılar, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman sözlerinde) sâdık olanlar onlardır.(Hucurât/15)
Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı ve zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır.(Bakara/177)
Ebu Zer'e iman sorulduğunda bu ayeti okumuştur. Kendisine 'Biz senden imanı sorduk?' denildiğinde de 'Kendisine imanı sorduğumda Hz.Peygamber de bu ayeti okudu!' karşılığını vermiştir.
Burada, korku için bir misal verelim: Allah'a ve son güne iman eden hiçbir bir kul yoktur ki Allah'tan korkmasın ve kendisine korku (korkan) ismi verilmesin! Fakat bu korku sâdık bir korku değildir; yani hakîkat derecesine varmamıştır. Çünkü görmez misin ki sultandan veya yolculuk sırasında haydutlardan korktuğunda beti benzi nasıl uçar! Azaları nasıl tir tir titrer. Yaşantısı nasıl alt üst olur. Yemesi, uyuması nasıl düzensizleşir! Aklı fikri, aile efradı ve çocukları kendisinden yararlanamayacak şekilde nasıl darmadağın olur. Öyle ki vatanından kaçar. Alıştığı şeyler kendisine yabancı gelir; rahatı, yorgunluk ve meşakkate dönüşür. Çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalır. Bütün bunlar tehlikeyi sezme korkusundan ileri gelir. Sonra bu kişi ateşten korktuğunu iddia eder. Oysa, herhangi bir günah işlediğinde kendisinde bunlardan hiçbiri görülmez.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Ateş (cehennem) gibi kendisinden kaçanların, cennet gibi de kendisini isteyenlerin uyuduğu birşey görmedim.58
Bu konuların incelenmesi cidden zordur. Bu makamların sonu yoktur ki tamamına varılsın! Fakat her kul için bunda durumuna uygun zayıf ya da kuvvetli bir pay vardır. Kuvvetli olunduğunda sâdık diye adlandırılır. Bu bakımdan Allah'ın marifet ve tâzîminin ve O'ndan korkmanın sonu yoktur.
Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil'e şöyle dedi:
- Seni asıl suretinde görmek isterim.
- Buna gücün yetmez!
- Hayır, bana kendini göster!
Bunun üzerine, Cebrâil (a.s) mehtaplı bir gecede Bakî'de görünmek üzere söz verdi. Cebrâil, asıl sûretinde göründüğünde Hz. Peygamber, onun, göklerin etrafını kapatmış (bütün semayı doldurmuş)olduğunu gördü.Bunun üzerine bayılarak düştü.
Ayıldığında Cebrâil eski suretine dönmüştü. Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
- Allah'ın böyle bir mahlûku olacağını zannetmezdim.
- Peki İsrafil'i görseydin ne yapardın? Arş onun omuzlarındadır; iki ayağı ise yerin en alt tabakasına dalmıştır. Ama bu heybetine rağmen o, Allah'ın azameti karşısında küçücük kuş gibikalır.
İsrafil'i nasıl bir azamet ve heybet sarmıştır ki bu duruma düşmüştür. Oysa diğer melekler, marifette değişik olduklarından dolayı böyle değildirler. İşte tâzîmdeki sıdk budur!
Câbir'in (r.a) rivâyet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu-yurmuştur:
İsrâ gecesinde mele-i a'lâ'dan, Cebrâil yanımda olduğu halde, Allah'ın korkusundan, devenin sırtına vurulan çul gibi geçtim.59
Ashab-ı kirâm da böyle korkarlardı. Fakat onların korkusu Hz. Peygamber'in korkusu derecesine varmamıştır. İbn Ömer (r.a) 'Kul, bütün insanların Allah'ın dininde kusurlu olduklarını görmedikçe imanın hakikatine eremez' demiştir.
Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: 'Halktan hiç kimse yoktur ki Allah ile arasındaki amellerinde kusurlu olmasın! Ancak bazılarının kusuru bazıların diğerlerinkinden daha ehven olur. (Peygamberler bu hükmün dışındadır).
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah'a nisbeten ve O'nun azametine kiyasen, bütün insanları develer gibi görmedikçe hiçbir kul imanın hakîkatine varamaz. Sonra bu kul kendi nefsini hakîrin en hakîri ola-rak görür.60
Öyleyse bütün bu makamlarda sıdka erişilmesi çok nadirdir.
Sonra sıdk dereceleri sonsuzdur.Sıdk, bazı durumlarda kul içinolur; bazılarında ise olmaz. Eğer kul hepsinde doğru ise, hakîki sıddîk olur.
Sa'd b. Muaz şöyle demiştir: 'Üç haslet vardır ki ben bunlarda kuvvetli, başkalarında zayıfımdır:
1. Müslüman olduktan sonra; bitirinceye kadar kıldığım hiç bir namazda nefsimle konuşmadım.
2. Herhangi bir cenazeyi teşyî ederken, defin işi bitinceye kadar,
ölünün söylediklerinin ve onun hakkında söylenilenlerin dışında
nefsimle konuşmadım.
3. Hz. Peygamber'den bir söz işittiğimde onun hak olduğunu
tereddütsüz tasdik ettim'.
Bu sözü rivayet eden Said b. Müseyyeb 'Zannetmiyorum ki bu hasletler, Hz. Peygamber'den (s.a) başka bir kimsede bir araya gelmiş olsun' demiştir.
İşte bu da bu amellerdeki sıdktır. Ashabın büyüklerinden niceleri, namaz kılmış, cenazeler teşyî etmiş; fakat bu dereceye erişememiştir.
Bütün bunlar sıdk'ın derece ve mânâlarıdır. Şeylerin sıdk'ın hakîkati hakkındaki sözleri, çoğu kez ancak bu mânâların bir kısmını kapsar.
Ebu Bekir el-Verrak61 şöyle demiştir: 'Sıdk üç çeşittir: Tevhidin, ibadetin ve marifetin sıdkı!'
Tevhid'in sıdkı bütün mü'minler içindir.
Allah'a ve elçilerine inananlar (yok mu) işte rableri yanında onlar, sıddîklar ve şehidlerdir.(Hadîd/19)
İbadet'in sıdkı ilim ve takvâ sahipleri içindir. Marifet'in sıdkı ise yeryüzünün kazıkları (direkleri) olan velayet ehli içindir. Bütün bunlar, altıncı sıdk'ta zikrettiğimiz mihver üzerinde dönüp dolaşır. Fakat bu, içerisinde sıdk bulunmayan kısımların zıddıdır ve bütün kısımları kapsamaz.
Câfer-i Sâdık şöyle demiştir: 'Sıdk, mücâhededir! Başkalarını, kendi nefsine tercih etmediğin gibi Allah üzerine de başkasını tercih etmemendir!'
O sizi seçti. (Hacc/78) Rivayete göre Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya şöyle vahy etmiştir:
Ben bir kulumu sevdiğimde, onu dağların bile dayanamayacağı öyle belalara mübtelâ kılarım ki dağlar o belalara tahammül etmez. Bunu da onun sıdkını denemek için yaparım. Eğer sabırlı görürsem kendisini dost edinirim. Onu nemelazımcı ve beni mahluklarıma şikayet edici olarak görürsem perva etmeksizin mahvederim. O halde sıdk'ın alâmetlerinden biri de bütün musibet ve taatları gizlemek; halkın bunları öğrenmesinden hoşlanmamaktır.
Niyet, İhlâs ve Sıdk bölümü Allah'ın yardımıyla burada tamamlanmış bulunuyor. Bunun ardından Allah'ın izniyle Kitab'ul-Murâkabe ve'l-Muhasebe adlı bölüm gelecektir.
Hamd Allah'a mahsustur!
50) Müslim, Buhârî
51) Müslim, Buhârî
52) Buhârî, İbn Mâce ve Beyhakî
53) Tirmizî, (hasen olarak)
54) Tirmizî
55) Nüshalarda böyle ise de doğrusu Ukbe b. Abdülgafûr'dur. Künyesi Ebu Nehar'il-Evdi el-Avzî olup. Basralıdır. H. 183'de vefat etmiştir.
56) 76 yaşında ve H. 113'de vefat etmiştir
57) Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbetinde bulunmuştur. Mekke'de mücavir iken H. 320'de vefat etmiştir.
58) Daha önce geçmişti.
59) Beyhâkî
60) Irâkî, merfû bir hadîste aslına rastlamadığını söylemektedir.
61) Tirmizlidir. Sonraları Belh'e gitmiştir. Riyaziyât ve Muamelât konu-larında kitaplar yazmıştır
Niyet ve Ihlas
- 1.Giriş
- 10.Şâibeli Amelin Hükmü ve Onunla Sevaba Müstehak
- 11.Sıdk'ın Fazileti
- 12.Sıdk'ın Hakîkati, Mânâsı ve Mertebeleri
- 2.Niyet'in Fazileti
- 3.Niyet'in Hakîkati
- 4.Niyet ile İlgili Amellerin Tafsilâtı
- 5.Niyet Kulun İhtiyarına Dahil Değildir!
- 6.İhlâs'ın Fazileti
- 7.İhlâs'ın Hakîkati
- 8.İhlâs Hakkında Şeyhlerin Sözleri
- 9.İhlâs'ı Bulandıran Afetler ve Bunların Dereceleri