Sufi ve Sanat
Ehl-i tasavvuf doğrudan anlatmaktan çekinmekle dolaylı anlatma yoluna ulaşmıştır. Doğrudan söylemenin getirdiği kısıtlamalardan kaçınmış, dolaylı anlatımın temin ettiği çağrışım zenginliğinden yararlanmıştır. Bu yüzden ehl-i tasavvufun üslubu her makamın ehline ayrı ayrı konuşmuş, her muhatap kabına göre ondan faydalanmıştır.
Tasavvuf ehli yüzyıllar boyunca kendilerine özgü bir talim ve terbiye yöntemini kullanageldi. Üzerine eğildikleri konu azim bir konuydu; sırlarla dolu bir varlık olan insanın hakikatiyle, onun varlık sebebiyle meşguldüler. Nefsin katmanlarıyla, ruhun derinlikleriyle, manada yolculukla, kalbin sırlarıyla ilgileniyorlardı.
Felsefe ve bilim de bu başlıkların her birini merak ediyordu ama bu iki disiplin zihinsel bir tatmin peşindeydi ve müntesiplerinden merak, sorgulama, kuşku, mantığa itimat bekliyor ve onlara kitapları, satırları, sözü öneriyordu.
Tasavvuf ehli ise konu edindikleri şeyleri yaşamak, onları birer birer giyinmek ve kendilerine mal etmek gibi bir bilgilenme yolunu tutmuşlardı. Önerdikleri ise söz ve kâl değil, haldi. Satırlardaki değil sadırlardakiydi. Çünkü tasavvufî hakikatlerin bir kısmı muhatabın makamına, anlayışına, idrakine göre dile getiriliyor, bir kısmı ise dile getirilmiyor, tadılmaya, zevke ve tahakkuka bırakılıyordu. Yani ehl-i tasavvuf hakikatlerin dile dökülmesine mesafeli durmuştu. Nitekim bin şu kadar yıllık tasavvuf tarihinin şahit olduğu kitap sayısı meşayıhın sayısına oranla son derece sınırlıdır.
Bir sırlı dil
Tasavvuf ehli bu sessizliğin içinden başka türlü bir sesi bulup çıkardı. Bu da remizlerin, sembollerin, imaların, mazmunların içine gizlenmiş bir sestir.
Ehl-i tasavvuf doğrudan anlatmaktan çekinmekle dolaylı anlatma yoluna ulaşmıştır. Doğrudan söylemenin getirdiği kısıtlamalardan kaçınmış, dolaylı anlatımın temin ettiği çağrışım zenginliğinden yararlanmıştır. Bu yüzden ehl-i tasavvufun üslubu her makamın ehline ayrı ayrı konuşmuş, her muhatap kabına göre ondan faydalanmıştır.
Bu yüzden sufi şairler Leyla deyip Mevlâ’ya işaret etmiş, yâr ile Yâr-ı Hakiki’yi kastetmiş; kuş dili, Kaf Dağı, simurg gibi motiflere başvurmuştur. Molla Camî, Molla Cezerî, İbnü’l-Fârid, Şüşterî, Yunus Emre, Mevlâna, Niyazi Mısrî, Attar (kuddise esrarahüm) ve diğerleri hep bu imalarla örülü, çok katmanlı ve zengin çağrışımlı dil ile dertlerini kağıtlara, gönüllere akıtmışlardır. Zaman zaman dillerine aşina olmayan nâdânlarca eleştirilmişler ve Şebüsterî’nin “Gülşen-i Râz”da yaptığı gibi kullandıkları mazmunların, sembollerin hakikatlerini açıklamaya mecbur bırakılmışlarsa da ehl-i insaf tarafından anlaşılmış ve takdir edilmişlerdir.
Tasavvufî hakikatler bu sembolik dil ile de tam olarak anlatılmış değildir. Çünkü tasavvufî dediğimiz hakikatler sadece zihne, akla seslenen değil, gönle ve sırra da seslenen cinstendir. Akıl, anlamanın, çözümlemenin, kıyaslama ve önermelere ulaşmanın mahalli iken, gönül hissetmenin, duymanın, zevkin ve manevi tadışın mahallidir. Bu yüzden tasavvufî hakikatler sadece zihnen anlaşılmak üzere değil, daha çok kalben duyulmak, hissedilmek üzere kaleme alınmıştır.
Bir başka sanat
Mesele hissettirmek ve duyurmak (zevk) olduğu için, ehl-i tasavvuf sadece lisanı değil görsel sanatları da kullanmıştır. Tarihimizde hüsn-ü hat, tezhip, ebru gibi geleneksel sanatlarımızın yeşerdiği mekânların tekkeler olması tesadüfî değildir. Ehl-i irfan, renklerde, noktalarda, kâğıtlarda el-Cemîl’in tecellilerinin izini sürmüştür.
Bu sanatlar, sanatçının kendisini gösterdiği ve göz önünde tuttuğu çağdaş sanatlar gibi değildir. Çağdaş sanatta sanatçının imzası, kariyeri önemlidir. Oysa tekkelerde biçimlenen geleneksel sanatlarda sanatçı geridedir, çoğunlukla imzası bile yoktur ya da varsa bile bu imza gerçek imza değildir, mahlastır. Yine geleneksel sanatlar usta-çırak ilişkisi ile talim edilir ki, ustanın çırağa öğrettiği sadece bir sanatın incelikleri değil, aynı zamanda edep-erkândır. Ayrıca bu sanatların gerektirdiği sabır, sanatkârın manevi eğitimini takviye eder niteliktedir.
Tekkelerin geleneksel sanatların hâmisi pozisyonunda olması sebebiyle, geleneksel dünyada cemalin bütün revnakıyla yansıdığı mahaller genellikle mabet niteliğinde olan camiler, mescitler, tekkeler ve medreseler olmuştur. Bu sanatların esas hizmet ettikleri unsurlar bu mekanların duvarları ya da Kur’an-ı Kerim’le birlikte, meşayıha ve ulemaya ait kitaplar olmuştur.
Derunî telvinin yansımaları
Bir maneviyat yolcusunun derunundaki dalgalanmalar, halden hale geçmeler tasavvufî literatürde telvin olarak anılır. Yani renklendirme, renkten renge sokma. Bu çok manidar adlandırmanın geleneksel sanatların niteliğiyle ilişkisi ayrıca üzerinde düşünülmeye değer. İşte, geleneksel sanatları icra eden bir sanatçı, derununda yaşadığı telvine dış dünyadan, boyaların, renklerin, çiçeklerin, nesnelerin dünyasından bir karşılık bulmaya çalışmıştır. Bu da onu bazen nihayetsiz döngüleriyle sonsuzluğu çağrıştıran motifler bulmaya, bazen ruh yangısını taklit eden bir ney sesine ulaşmaya, bazen de ebru teknesindeki tecelli ile teselli bulmaya sevk etmiştir.
Geleneksel sanatlar, ruhsal bir zarafete ve asalete sahip sufi meşrep sanatçılar eliyle yükselmiştir. Başka türlüsü mümkün değildir; çünkü geleneksel sanatlar, önünde ancak belli bir haşyet ve yücelme hisleri duyularak kavranabilir karakterdedir. Bir Süleymaniye kubbesi, bir Sultan Ahmed Çeşmesi, bir Bayatî Ayini, bir Kazasker Mustafa İzzet hattı, bir Mevlevî saati bizde sadece hayranlık uyandırmaz, aynı zamanda ruhumuzu yatıştırır, bizi içimizin derinliklerindeki bir yücelme ve arınma arzusundan yakalar. Bunu sağlayan da bu türün sanat eserlerinin içerdiği ruhanî zenginlik ve ibdasına dahil olmuş ihlâstır.
Bugün de geleneksel sanatlarımızın icra edildiğine şahidiz. Hem de her geçen gün artan bir merak ve ilgiyle. Fakat bu sanatlar bugün büyük oranda tekkenin ruhanî dünyasından güç alıyor değil. O oranda da uyandırdıkları hisler ruhanî olmaktan uzaklaşıyor. Bu sanatları icra edenlerin manevi bir terbiyeyi kendilerine yoldaş kılmaları hayatî önemdedir. Tasavvufî duyuşun sanat ile bir kez daha buluşması, özellikle giderek daha da sorunlu hale gelen günümüz sanat dünyası için de bir hayat aşısı olacaktır.
Tasavvuf ehli yüzyıllar boyunca kendilerine özgü bir talim ve terbiye yöntemini kullanageldi. Üzerine eğildikleri konu azim bir konuydu; sırlarla dolu bir varlık olan insanın hakikatiyle, onun varlık sebebiyle meşguldüler. Nefsin katmanlarıyla, ruhun derinlikleriyle, manada yolculukla, kalbin sırlarıyla ilgileniyorlardı.
Felsefe ve bilim de bu başlıkların her birini merak ediyordu ama bu iki disiplin zihinsel bir tatmin peşindeydi ve müntesiplerinden merak, sorgulama, kuşku, mantığa itimat bekliyor ve onlara kitapları, satırları, sözü öneriyordu.
Tasavvuf ehli ise konu edindikleri şeyleri yaşamak, onları birer birer giyinmek ve kendilerine mal etmek gibi bir bilgilenme yolunu tutmuşlardı. Önerdikleri ise söz ve kâl değil, haldi. Satırlardaki değil sadırlardakiydi. Çünkü tasavvufî hakikatlerin bir kısmı muhatabın makamına, anlayışına, idrakine göre dile getiriliyor, bir kısmı ise dile getirilmiyor, tadılmaya, zevke ve tahakkuka bırakılıyordu. Yani ehl-i tasavvuf hakikatlerin dile dökülmesine mesafeli durmuştu. Nitekim bin şu kadar yıllık tasavvuf tarihinin şahit olduğu kitap sayısı meşayıhın sayısına oranla son derece sınırlıdır.
Bir sırlı dil
Tasavvuf ehli bu sessizliğin içinden başka türlü bir sesi bulup çıkardı. Bu da remizlerin, sembollerin, imaların, mazmunların içine gizlenmiş bir sestir.
Ehl-i tasavvuf doğrudan anlatmaktan çekinmekle dolaylı anlatma yoluna ulaşmıştır. Doğrudan söylemenin getirdiği kısıtlamalardan kaçınmış, dolaylı anlatımın temin ettiği çağrışım zenginliğinden yararlanmıştır. Bu yüzden ehl-i tasavvufun üslubu her makamın ehline ayrı ayrı konuşmuş, her muhatap kabına göre ondan faydalanmıştır.
Bu yüzden sufi şairler Leyla deyip Mevlâ’ya işaret etmiş, yâr ile Yâr-ı Hakiki’yi kastetmiş; kuş dili, Kaf Dağı, simurg gibi motiflere başvurmuştur. Molla Camî, Molla Cezerî, İbnü’l-Fârid, Şüşterî, Yunus Emre, Mevlâna, Niyazi Mısrî, Attar (kuddise esrarahüm) ve diğerleri hep bu imalarla örülü, çok katmanlı ve zengin çağrışımlı dil ile dertlerini kağıtlara, gönüllere akıtmışlardır. Zaman zaman dillerine aşina olmayan nâdânlarca eleştirilmişler ve Şebüsterî’nin “Gülşen-i Râz”da yaptığı gibi kullandıkları mazmunların, sembollerin hakikatlerini açıklamaya mecbur bırakılmışlarsa da ehl-i insaf tarafından anlaşılmış ve takdir edilmişlerdir.
Tasavvufî hakikatler bu sembolik dil ile de tam olarak anlatılmış değildir. Çünkü tasavvufî dediğimiz hakikatler sadece zihne, akla seslenen değil, gönle ve sırra da seslenen cinstendir. Akıl, anlamanın, çözümlemenin, kıyaslama ve önermelere ulaşmanın mahalli iken, gönül hissetmenin, duymanın, zevkin ve manevi tadışın mahallidir. Bu yüzden tasavvufî hakikatler sadece zihnen anlaşılmak üzere değil, daha çok kalben duyulmak, hissedilmek üzere kaleme alınmıştır.
Bir başka sanat
Mesele hissettirmek ve duyurmak (zevk) olduğu için, ehl-i tasavvuf sadece lisanı değil görsel sanatları da kullanmıştır. Tarihimizde hüsn-ü hat, tezhip, ebru gibi geleneksel sanatlarımızın yeşerdiği mekânların tekkeler olması tesadüfî değildir. Ehl-i irfan, renklerde, noktalarda, kâğıtlarda el-Cemîl’in tecellilerinin izini sürmüştür.
Bu sanatlar, sanatçının kendisini gösterdiği ve göz önünde tuttuğu çağdaş sanatlar gibi değildir. Çağdaş sanatta sanatçının imzası, kariyeri önemlidir. Oysa tekkelerde biçimlenen geleneksel sanatlarda sanatçı geridedir, çoğunlukla imzası bile yoktur ya da varsa bile bu imza gerçek imza değildir, mahlastır. Yine geleneksel sanatlar usta-çırak ilişkisi ile talim edilir ki, ustanın çırağa öğrettiği sadece bir sanatın incelikleri değil, aynı zamanda edep-erkândır. Ayrıca bu sanatların gerektirdiği sabır, sanatkârın manevi eğitimini takviye eder niteliktedir.
Tekkelerin geleneksel sanatların hâmisi pozisyonunda olması sebebiyle, geleneksel dünyada cemalin bütün revnakıyla yansıdığı mahaller genellikle mabet niteliğinde olan camiler, mescitler, tekkeler ve medreseler olmuştur. Bu sanatların esas hizmet ettikleri unsurlar bu mekanların duvarları ya da Kur’an-ı Kerim’le birlikte, meşayıha ve ulemaya ait kitaplar olmuştur.
Derunî telvinin yansımaları
Bir maneviyat yolcusunun derunundaki dalgalanmalar, halden hale geçmeler tasavvufî literatürde telvin olarak anılır. Yani renklendirme, renkten renge sokma. Bu çok manidar adlandırmanın geleneksel sanatların niteliğiyle ilişkisi ayrıca üzerinde düşünülmeye değer. İşte, geleneksel sanatları icra eden bir sanatçı, derununda yaşadığı telvine dış dünyadan, boyaların, renklerin, çiçeklerin, nesnelerin dünyasından bir karşılık bulmaya çalışmıştır. Bu da onu bazen nihayetsiz döngüleriyle sonsuzluğu çağrıştıran motifler bulmaya, bazen ruh yangısını taklit eden bir ney sesine ulaşmaya, bazen de ebru teknesindeki tecelli ile teselli bulmaya sevk etmiştir.
Geleneksel sanatlar, ruhsal bir zarafete ve asalete sahip sufi meşrep sanatçılar eliyle yükselmiştir. Başka türlüsü mümkün değildir; çünkü geleneksel sanatlar, önünde ancak belli bir haşyet ve yücelme hisleri duyularak kavranabilir karakterdedir. Bir Süleymaniye kubbesi, bir Sultan Ahmed Çeşmesi, bir Bayatî Ayini, bir Kazasker Mustafa İzzet hattı, bir Mevlevî saati bizde sadece hayranlık uyandırmaz, aynı zamanda ruhumuzu yatıştırır, bizi içimizin derinliklerindeki bir yücelme ve arınma arzusundan yakalar. Bunu sağlayan da bu türün sanat eserlerinin içerdiği ruhanî zenginlik ve ibdasına dahil olmuş ihlâstır.
Bugün de geleneksel sanatlarımızın icra edildiğine şahidiz. Hem de her geçen gün artan bir merak ve ilgiyle. Fakat bu sanatlar bugün büyük oranda tekkenin ruhanî dünyasından güç alıyor değil. O oranda da uyandırdıkları hisler ruhanî olmaktan uzaklaşıyor. Bu sanatları icra edenlerin manevi bir terbiyeyi kendilerine yoldaş kılmaları hayatî önemdedir. Tasavvufî duyuşun sanat ile bir kez daha buluşması, özellikle giderek daha da sorunlu hale gelen günümüz sanat dünyası için de bir hayat aşısı olacaktır.
Konular
- 31.Sûr'a Üfürülmenin Keyfiyeti
- 32.Mahşer Yeri ve Mahşer Halkının Durumu
- 33.Terlemenin Keyfiyeti
- 34.Kıyamet Günü'nün Uzunluğu
- 35.Kıyamet Günü, Dehşeti ve İsimleri
- 36.Sorgu Suâl
- 37.Mizan
- 38.Hasımlar ve Hakların İadesi
- 39.Sırat
- 40.Şefaat
- 41.Kevser Havuzu
- 42.Cehennem, Dehşeti ve Azabı
- 43.Cennet ve Çeşitli Nimetleri
- 44.Cennetin Duvarları, Toprağı, Ağaç ve Nehirleri
- 45.Cennet Ehlinin Elbiseleri, Yatakları, Sergileri, Koltukları ve Köşkleri
- 46.Cennet Ehlinin Yiyecekleri
- 47.Cennetteki Huriler ve Vildanlar
- 48.Cennet Ehlinin Vasıfları Hakkında Hadîslerde Vârid Olan Kısmî Haberler
- 49.Allah'ın Cemâline Bakmak
- 5.Uzun Emel'in Kötülenmesi, Kısa Emel'in Fazileti, Uzun Emel'in Sebebi ve Çaresi
- 50.Allah'ın Rahmetinin Genişliği
- 6.Uzun Emel'in Sebebi ve Çaresi
- 7.Uzun Emel ile Kısa Emel Hususunda İnsanların Durumları
- 8.Amel Hususunda Acele Etmek, Gecikme Afetinden Sakınmak
- 9.Can Çekişmenin Şiddeti ve Ölüm Anında Müstehab Olan Durumlar
- Zikir Haline Ulaşmak
- Sufi ve Sanat
- Elif-Bâ’yı Unutunca
- İmam Gazali Eserleri
- İmam Gazali ve İhya