Elif-Bâ’yı Unutunca

“Bir elif bul mekteb-i irfânda evvel bâ’yı sor
Kad-hamîde eyleyip râ gibi andan bâ’yı sor.” (İsmail Hakkı Bursevî)

[İrfan mektebinde bir elif bul, (ona) önce bâ harfini sor. Sonra (onun karşısında) râ (harfi) gibi eğilip
bâ’yı (bir daha) sor.]

Fatiha suresine “Ümm’ül-Kur’an” veya “Esâs’ül-Kur’an” da denir. Fatiha’nın Kur’an-ı Kerim’deki bütün mesajların nüvesi, tohumu, özeti olduğu anlatılmak istenir böylece. Maksat, bu kadar kısa bir surenin mana genişliğine dikkat çekmek, derinliğine vakıf olmaları için insanları teşvik etmektir. Bu da Fatiha’nın tefsiri hükmündeki Kur’an’ın tamamını okuyup anlamayı gerektirir. Dolayısıyla “Madem Fatiha Kur’an’ın özüdür, öyleyse geri kalan kısmını bilmesek de olur” gibi bir tutumu asla meşrulaştırmaz.

Müslümanlar arasında yaygın olarak bilinip okunan kısa sure ve ayetlere dair böyle nitelendirmeler, merak saikiyle oradan bir kapı açtırıp insanları Kur’an’ın tamamıyla buluşturma niyetinin eseridir. Nitekim Fatiha’daki manaların “besmele”de saklı olduğu, besmelenin sırrına da başındaki “ba” harfiyle ulaşılabileceği söylenir. Bu sebeple hemen her müfessir, eserlerinin başındaki besmele tefsirinde “ba” harfinden bahis açmıştır. Yukardaki beytinde “ba”yı sorup neye delalet ettiğini öğrenmemizi isteyen İbrahim Hakkı Bursevî hazretleri de hem Rûh’ul-Beyan isimli tefsirinin hem Mesnevi Şerhi’nin girişinde “ba” harfinin hangi manalara işaret olduğunu uzun uzun anlatır. “Bişnev” (dinle) kelimesiyle başladığı için Mevlâna’nın Mesnevi’sinde ilk harf “ba”dır bilindiği üzere.

Harfler definenin, yani kastedilen mananın bizatihi kendisi değil; bizi hazinenin bulunduğu yere yönlendiren işaretlerdir. Bilhassa eski şiirimizde okuyucunun bu harfleri anahtar gibi kullanarak beytin kapısını açması, içeride gizlenen manaya ulaşması istenir. Çünkü emek vererek elde edilen bir mana daha iyi anlaşılacak ve bu mananın taşıdığı hakikatin kıymeti bilinecektir. Öte yandan bir harf birbirinden farklı birçok manaya işaret yapılmış olabilir. İpuçlarıyla kolaylaştırılmakla beraber, işaretlerin kastedilen mana istikametinde doğru anlaşılması okuyucunun bilgi ve ferasetini gerektirecektir. Biz sözü daha fazla uzatmadan Celvetî meşayihinden Bursevî hazretlerinin bir muamma gibi tertiplediği beytinin derununa yol arayalım.

İrfan mektepleri, tasavvuf terbiyesiyle kalplerin tasfiye edildiği dergâhlardır. Elif ise bu mekteplerin hocasına, marifet ehli mürşid-i kâmillere işaret olur. Allah dostu mürşid-i kâmillere elif denilmesi, emrolundukları üzere dosdoğru olmalarındandır. Onlar, kalplere tevhit akidesini yerleştirdikleri, vahdete çağırdıkları, Allah Tealâ’yı hatırlattıkları ve istikamet sahibi oldukları için de birer elif’tir. Şu halde “mekteb-i irfanda bir elif bul” sözü, “tasavvuf yoluna gir, bir mürşid-i kâmile bağlan” manasına gelir. Marifet mektebinin hocasından ilk önce “bâ” harfi sorulacaktır. İnsan öğrenmek için sorar. Dolayısıyla “bâ’yı sor” demek, “bu harfin hangi manalara yahut hakikate işaret olduğunu öğren” demektir.

Bâ, önce “bidayet”e, yani maceramızın başlangıcına işarettir. Telaffuz ettiğimiz ilk harftir. İnsan Âlem-i Ervah’ta “Elestü bi-rabbiküm” sualine “Belâ” diyerek cevap vermiştir. Bâ, ahdimizin, bu ahitle üstlendiğimiz mesuliyetin de işaretidir. Bütün bunlar bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, bu dünyaya niçin gönderildiğimizi hatırlatır. Bâ’yı soran, kendini ve hakikatini sorup öğrenecektir böylelikle. Besmelenin bâ ile başlamasının bir hikmeti de budur. Her işe Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlayan, O’nun adına, O’nun verdiği yetki ve imkanla iş gördüğünü beyan eden insan, kulluğunun ve hilafet vazifesinin farkında olan insandır. Nihayet besmeledeki bâ bir edat olarak insanın Allah’tan yardım talebini, Allah’a sığınmasını; ancak O’na bağlanarak bir mana ve değer taşıdığını da anlatır. Kul olarak aczimizi itirafa vesiledir. Kısaca insan bâ ile aslını ve aczini hatırlar; kendini bilir.

Kendini bilen insan tevazu sahibidir. Eski öğrenim sisteminde talebenin rahle önünde diz kırıp râ harfi gibi “kad-hamide” eylemesi, yani boyunu büküp eğilmesi, bu tevazuun yahut kendini ve haddini bilmenin ifadesidir. Böyle bir hal ile marifet sahibi mürşid-i kâmillere bir daha sorulan bâ, Bâ’is, Bâkî, Bâri’, Basîr, Bâtın, Bedi’ ve Berr olan Allah Tealâ’yı tanıyabilme yolculuğunun kapısını çaldırır bu defa. “Bâ”ları sorarken insanın duruşunun benzetildiği “râ” ile sorulan iki “bâ” harfi “Rabb” kelimesini verir. Bu sebeple ikinci mısradaki “bâ’yı sor” telkini, “Rabbini bil” telkinidir. Böylece “her şeyden önce kul olarak kendini, haddini, hukukunu bil ki Rabbini bilesin” denilmek istenmektedir. Çünkü kendini bilen Rabb’ini bilir.

Bir elif bulup bâ’yı sormayınca marifetullahın kapıları açılmıyor demek ki. Ne dersiniz, elif-bâ’yı unutmakla sadece elif-bâ’yı mı unutmuş olduk acaba?

Semerkand Dergisi